"Bu topraklarda “yabancı ses
Tanrı Uludur”un minarelerden ilk yükseldiği günün üzerinden tam 75 yıl geçti.."
Muharrem Coşkun'un kaleme aldığı yazı dizisinin tam metni:
Ezanın
Özgürleşmesi
Bu topraklarda “yabancı
ses Tanrı Uludur”un minarelerden ilk yükseldiği günün üzerinden tam 75 yıl
geçti..
29 Ocak 1932 tarihinde yani
bir ramazan ayında başlayan dinde reform girişimlerinin bir parçası olan Türkçe
Ezan, ilk kez Hafız Rıfat tarafından Fatih Camii
minaresinden seslendirilmişti.. Aslında Osmanlının Batılılaşmasını savunan
kesimin son 200 yıldır istediği şey de reformasyondu.. Cumhuriyet işte bu
istekleri hayata geçirmek için oldukça elverişli görülüyordu. 1932 Ramazanına
kadar çeşitli yıllarda nabız yoklamayla yapılan denemeler 1932
ramazanında fiilen uygulamaya konulacaktı.. Program çerçevesinde ilk
Türkçe Kur’an için Yerebatan Camii (22 Ocak 1932), İlk Türkçe
Ezan için Fatih Camii (29 Ocak 1932) İlk Türçe
Tekbir için Ayasofya Camii -şimdi ibadete kapalı- (4 Şubat 1932) ve
İlk Türkçe Hutbe için de Süleymaniye Camii (5 Şubat 1932)
seçilmişti.. Aslında Reformasyon hareketi sadece ibadetin dilinde görülmeyecek,
giyimden kuşama, medeni hayattan, sokaklara, harften kanunlara kadar her alanda
kendini gösterecekti.. Zaten ilk Türkçe hutbeyi Süleymaniye’de seslendiren
Hafız Sadettin Kaynak’ın fraklı ve başı açık, cemaatin de fötr şapkalı
olması bunun açık göstergesiydi.. Türkçe Ezan uygulaması 18 yıl aradan sonra, Demokrat Parti (DP)’nin iktidara geldiği 14 Mayıs’tan
sadece 1 ay sonra 16 Haziran 1950 tarihinde sona ermişti.
Cumhuriyet döneminde şahit
olduklarımız, asırlar öncesinden yani 200 yıllık büyük bir
projenin parçalarından başka bir şey değildi.. Zaten okuyacağınız bu yazıda da;
Osmanlı'dan Cumhuriyete,
Cumhuriyetin ilanından bugüne, dine müdahalelerin temelinde hangi unsurlar yer
alıyor.. Pozitivizm, modernleşme ve batılılaşma hareketiyle başlayıp,
Cumhuriyetle hızlanan ‘dinde reform’ ya da ‘dinin millileşmesi’
projesiyle bugün seslendirilen ılımlı İslam arasındaki farklar neler? Özellikle
cumhuriyetin ilk yıllarında uygulamaya konulan Türkçe Ezan, Türkçe Kur’an,
Türkçe Hutbe ve Türkçe Tekbir girişimleri toplum tarafından nasıl karşılandığı
ve nasıl uygulandığı ayrıntılarıyla ele alınacak..?
Dinin millileşmesi ya da
milli din tartışmalarının topluma yansıması ve tüm bu uygulamalarda Diyanet’in
konumu da bu dizi yazımızda yer bulacak... Yakın tarihin bu en tartışmalı
konularına belge ve kaynaklar yardımıyla ışık tutmaya çalışacağız..
Muharrem
Coşkun
200 yıldır,
İslam sanık sandalyesinde
Türkiye yakın
tarihi, özellikle din ve dindarlar noktasında oldukça tartışmalı olaylara
şahitlik etti., Osmanlı’nın özellikle son 200 yılında, İslam, geri kalmanın
müsebbibi olarak sunulurken Cumhuriyetin ilanından sonra, farklı uygulamalara
gidilecekti. Dine müdahaleler, reform adı altında cumhuriyetle birlikte
uygulamaya sokulmuş, işe; dinin madebe hapsedilmesiyle başlanmıştı.. Din’in dili
ve özüyle oynanmak istenmiş, bu; “Türkçe Kur’an, Türkçe Ezan, Türkçe Tekbir,
Türkçe Sela, Türkçe Hutbeyle halka yansımıştı.. İşin ilginci, bu girişimler yine
dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Charles Sherill’in taktirini toplamış,
dönemin hükümetine övgüler düzmüştü.. Sherill, Bir zamanlar camii olan
Ayasofya’da yapılacak Türkçe Tekbir ve Türkçe Kur’an gecesine eşiyle bizzat
katılarak, projesi yakından takip ettiğini göstermişti.. Daha da ileri gederek
bu projeyi uygulamaya koyanları taktir eden kitaplar dahi kaleme almıştı..
İlerleyen bölümlerde bunların ayrıntılarını zaten sizlerle
paylaşacağız..
Modernite ve
İslam
Batı’da Endüstri
devrimiyle ortaya çıkan modern düşünce, din ve geleneği saf dışı bırakmasıyla
adından söz ettirdi.. Aslında modernlikle pozitivzm hem çıkış noktası hem,
felsefi olarak birbirleriyle çok benzeşiyordu..
Kısacası,
Tanrı’dan kopup otonom bir varlığa dönüşmek demekti modernlik.. Pozitivizmin
kurucuları da
modernliği
coşkuyla karşılamış ve batı modernliğinin insanı özgürleştireceğini iddia
etmişlerdi..
1770 yıllarında
ilk kez Avrupa’da teleffuz edilen modernlik, Türkiye tarihinde ise daha çok 2.
Meşrutiyet döneminde adından söz ettirecekti.. Devleti kurma
arayışının bütün şiddetiyle tartışıldığı bir dönemde modernlik; Batıcılık,
İslamcılık ve Türkçülük olarak kendini
gösterecekti..
Prof. Niyazi
Berkes’e göre, Türkiye’de modernite değişimi 17. Yüzyılda başlayıp, 19. Yüzyılda
hızlanmış, Cumhuriyetle birlikte radikal bir karakter
kazanmıştı..
Cumhuriyetin
kurulması aşamasında da modernlik aracılığıyla yeni bir toplum
tasarlanacaktı.. Bu tasarı, modernitenin doğası gereği, dinden ve
gelenekten uzak, bilim, akıl, doğa ve toplum anlayışı üzerine
temellenecekti..
Lale Devri’yle
birlikte askeri alanda başlatılan yenileşme, Batı’yı tanıma imkanı bulan aydın
bürokrat keseminde İslam’ı problem olarak görmeyi hızlandırmıştı.. Batı’aki
İslam aleyhtarı oryantalizm ve pozitivist akımların etkisiyle de Osmanlı aydın ve bürokrasisi, İmparatorluğun gerilemesinde sorumlu tek suçlu
olarak İslam’ı sanık sandalyesine oturtmuştu..
Yönetici elit,
yenileşme çabasından başka yol olmadığını düşünüyor, bunun yolunuysa Batı tarzı
yenilikleri en kısa sürede devreye sokmakta görüyordu.. Bu batıcı kesime göre,
geriliğe İslam sebep olmuştu ve dolayısıyla onun oluşturduğu geleneksel yapıdan
sıyrılıp, herşeyle Batılı olmak gerekiyordu..
İslam’a Rağmen
Reform..
1900’lü yılların
başına gelindiğinde ise artık herşey için çok geçti.. Önce 31 Mart Vak’ası,
ardından 2. Meşrutiyet.. İmparatorluk içerden ve drışardan müdahalelerle adeta
can çekişiyordu.. Sonunda 2. Abdülhamid’ 1908’de tahttan
indirildi..
Yerine geçen
İttihat ve Terakki’nin planları arasında Batı’da olduğu gibi dini reformasyon
planları da vardı.. 2. Meşrutiyet’in hakim Türkçülük söylemi, dini, dini telakki
ve yaşayışları da etkiler hale gelmiş, Ziya Gökalp’in tabiriyle “Dini Türkçülük”
teklifleri etkisini artırmıştı...
Siyasi
gelişmelerin, bu söylemin lehinde gelişmesi ise, ibadetlerin Türkçeleştirilmesi
projesinin sadece seslendirilmesine değil, adım adım gerçekleştirlmesine de
zemin hazırlamıştı...
Kur’an’ın “halk
türçesine” çevrilme talepleri günden güne seslendirilir olmuştu.. Ardından da deneme mahiyetinde önce dergilerde, sonra da
kitap halinde Kur’an Türkçe haliyle basıldı.. Tam metin olarak
halk Türçesi mahiyetinde ilk Türkçe çeviriyi ise Hıristiyan bir arap olan Zeki
Megamiz yapacaktı.. Hıristiyan yazarın hazırladığı ilk Türkçe
çeviri, önce tepki alır diye saklansa da sonunda 1914 yılında baskıya verilerek
piyasadaki yerini alacaktı..
Türkçe Namaz
İsteği
İkinci
Meşrutiyetten sonra Türkçe Kur’an ve Türkçe Hutbe sesleri artacak, hatta
İttihatçıların mollalığını yapan Mehmed Ubeydullah Efendi, Talat Paşa’dan Türkçe
namaz kıldırmak için izin dahi isteyecekti.. Talat Paşa ise
şartların buna elvermediğini söyleyerek bu telibi geri çevirmişti.. Bu durum,
ibadetlerin Türçeleştirilmesi projesinin Cumhuriyetten çok önce, özellikle
İkinci Meşrutiyet’ten sonra sıkça gündeme geldiğinin açık göstergesiydi..
Türkçe namaz
konusu daha sonra 1913 yılında Şerafettin Yaltkaya tarafından ortaya atılacak
ancak pek ilgi görmeyecekti.. Aslında bu süreçte sadece Türkçe namaz
değil, Türkçe Kur’an ve Türkçe Hutbe denemeleri yapılsa da, cumhireyetin ilanına
kadar ciddi bir mesafe katedilememişti.. Tüm bunları uygulamaya koymak için
Cumhuriyet dönemi adeta beklenecekti..
Geçmişten
Kopuş..
Cumhuriyet
döneminde garpçılık anlamında uygulanan madornlikle, gelenekten bütünüyle
kopulacak, redd-i mirascı bir politika güdülecekti.. Geçmişin, geleneğin ya da
dinin sembolleri, kurumları ve etkinlikleri radikal biçimde kaldırılacak, yerine
modern kurumlar, modern değerler inşa edilecekti..
Prof. Şerif
Mardin’e göre de, Fransız devrimi ile türk devirimi arasında ciddi farklılıklar
vardı.. Zira, “Fransız devriminin arkasında milyonlarca insan kitlesi varken,
türk devrimi kitlelerce desteklenen bir hereket değildi.. Milli
mücadelede işgalcilere karşı halktan yoğun destek gelirken, Cumhuriyetin
ilanından sonra modernleşme adına atılan adımlar halkın taleplerinden çok uzak
ve halka rağmen yapılmıştı.. Türkiye’deki dönüşüm, kitlelerin
herekete geçmesiyle değil, tepeden yapılan dayatmalarla başlatılmıştı..
20. Yüzyıl ise
osmanlının parçalandığı İslam dünyasında milli devletlerin kurulduğu bir yüzyıl
olacaktı.. İmparatorluk önce yine ittihat ve terakkinin kurmayları eliyle
birinci dünya savaşına sokulacak, ardından da koca imparatorluğun anadoluya
hapsolma süreci başlayacaktı.. Öyle de oldu.. Sonunda 3 kıtaya hakim
imparatorluk parça parça edildi, ardından başlayan işgallere karşı milli
mücadele başlatıldı.. Ancak çok geçti..
Bu süreçte
türkçülük ise içten ve dıştan esen rüzgarlarla daha da güçlenecekti.. Milliyet
fikirinin halk arasında ne kadar hakim olduğu tartışılsa da artık memeleketi
milliyet zevkini nefsinde duyanlar yönetecekti..
Anadoluda
kurulacak yeni devletin hakim ideolojisi ise, İtalyan yazar Marzio’nun
ifdesiyle, “Gelenekleri olmayan bir geleceği karşılamak için geçmişinden
kopan türk ulusçuluğu” olacaktı..
Nitêkim bu devirde
dini ve ibadetleri de millileştirmeyi arzulayanlar çıkacak ve sonuçta bunları
ayrı ayrı düşünmek neredeyse imkansız hale gelecekti..
Lozan; Bir Kopuş
Belgesi
29 ekim 1923
tarihinde, ilan edilen Cumhuriyetle birlikte Türkiye’de yeni bir
tartışma daha başlayacaktı.. Herkes yeni kurulan bu devlette dininin yerinin olup olmayacağını sorguluyordu. Bu soru 16- 17 ocak 1923
tarihlerinde, gazeteciler tarafından düzce'ye gelen Mustafa Kemal'e de
sorulacaktı.. Mustafa Kemal ise, "vardır efendim devletin dini İslamdır" diyerek
cevap verecekti..
Ancak Mustafa
Kemal verdiği bu cevabın kendisinin de içine sinmediğini daha sonra yapacağı
nutkunda şöyle
açıklayacaktı;
"gazeteci
muhatabımın sualine, hükümetin dini olmaz diyemedim. Aksini söyledim. Vardır
efendim İslam dinidir. Dedim..."
İzmitteki
konuşmanın yapıldığı tarihten bir yıl sonra da 3 mart 1924 tarihinde, Hilafet
kaldırılacak ancak devletin dininin İslam olduğu, anayasadaki yerini
koruyacaktı..
Aslında dinde
reform hareketlerinin ilk işaretleri, Cumhuriyetin ilanına kısa bir süre kala
verilmeye başlamıştı bile.. Cumhuriyet’in ideologlarından hamdullah suphi
tanrıöver’in, 1923 yılında sarfettiği sözler bunun açık göstergesiydi.
Tanrıöver;
“Milliyetlerin
doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat
adını verirler.. Reformasyon ismiyle yadedilen bu büyük hareket türklerin
dikkatini ne kadar çekse yeridir.. Çünkü kaniim ki; biz de dönüp dolaşıp bu
reformasyon hareketini tedkik etmeye ve ondan çıkabilecek derslerden istifade
etmeye muhtaç olacağız, hatta mecbur olacağız. Bu hareket içinde bizi en fazla
alakadar eden cihet, anadilinin mabed’e girmesidir” diyerek reformasyon
hareketlerinin önemli işareteni verecekti..
Lozan’la
Başlayan Süreç
Din hakkındaki en
şiddetli tartışmalardan biri ise lozan görüşmelerinin sürdüğü tarihlerde
yaşanmıştı.. Kazım Karabekir paşa’nın anlattığına göre, 18 temmuz 1923 tarihli
meclis gündeminde din vardı.. Gerisini karabekir paşa’dan
dinleyelim;
“18 temmuz 1923’te
mecliste, Tevfik Rüştü Bey, (Teşkilat- ı Esasiye) ‘anayasada dinimiz apaçık
yazılmalıdır’ diyordu.. Ben söz aldım ve sordum, ‘anayasa’da dinimizin İslam
olduğu zaten yazılıdır..’ Tevfik Rüştü bey, hangi kanaati
haykıracaksın ve anayasaya hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı?..’diye
sorunca, bu sırada Mahmut Esat (Bozkurt) bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: evet hıristiyanlığı, çünki İslamlık terakkiye
(ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez ve bize de kimse ehemmiyet vermez”
Tartışmaya fethi
okyar da katılarak, “Evet Karabekir! Türkler İslamlığı kabul ettilerinden böyle
geri kaldılar ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam
kalamayacağız” diyecekti..
Mahmut Esat
Bozkurt’un dile getirdiği, “İslamın ilerlekmeye engel” olduğu inancı o dönemde
neredeyse pekçok kimsenin yaygın kanaati halini
almıştı..
Yine Cumhuriyetin
ilanına 3 buçuk ay gibi kısa bir süre kala 14 ağustos 1923’te de ankara türk
ocağında verilen bir çay ziyafetinde, Mustafa Kemal, “Kur’an-ı kerim’i Türkçe’ye
aynen tercüme ettirmek” meselesini ortaya atacak, ancak karabekir’in “devlet
reis’inin din işlerini kurcalamasının doğru olmadığını söylemesi üzerine
tartışma çıkacaktı.. Karabekir paşanın bu çıkışana hayli kızan Mustafa Kemal
ise,
“Evet karabekir!
Arapoğlu’nun yavelerini, (safsatalarını, saçmalıklarını) türkoğullarına öğretmek
için Kur’an-ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım.. Ta ki
budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler” (söylev ve demeçler 1919-1937)
Kazım
karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadıkları tartışmayı ismet inönü’ye
açtığında ise daha da ilginç cevapla karşılaşacaktır.. İnönü, “müslüman
olduklarından dolayı bugüne kadar istiklalin kendilerine verilmediğini ve
müslüman kaldıkları sürece müstemlekeci devletlerin bilhassa ingilizlerin daima
aleyhlerinde olacaklarını, hatta kazanılan istiklalin de daima tehlikede
kalacağını” söyler..
19 ağustos 1923
tarihinde de Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir yemekte, İnönü ilginç bir inkılap
hamlesinden bahsedecektir.. İnönü, “hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş
yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bu inkılabı yapamazsak, hiçbir zaman
yapamayız” diyerek herkesi şaşırtacaktır..
Düne kadar
çeşitli cephelerde omuz omuza savaşmış, gaye ve kader birliği yapmış paşalar,
zaferden sonra akıllara dahi gelmeyecek şekilde düşünce ayrılıklarına düşmüştü..
Yoksa ülkenin kaderini tayin edecek bu paşalar dış güçlerin zorunlu etkisine mi
girmişti? Karabekir paşa’nın bir türlü anlayamadığı belki de
buydu
Karabekir paşa ise
Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce ard arda yaşadığı bu beklenmedik
gelişmelerle, o günlerde süren lozan görüşleri arasında bağlantı kurar.. İsmet
İnönü’nün yaptığı açıklamaların lozan’dan yeni geldiği bir döneme denk gelmesi
ise bu endişeyi daha da artıracaktır.. Hatta daha sonra hatıralarında yeni
sistemde din – devlet ilişkilerinin şekillenmesinde lozan’ın faktörünün başrol
aynadığını yazacaktı.
Kimi tarihçilere
göre de, lozan görüşmelerine ismet paşa ile birlikte giden ünlü yahudi
doktrincisi haim nahum’un lozan’da batılı devletlere teminat verdiği ve bu yeni
oluşumda aktif rol oynadığı belirtiliyordu.. İddiaya göre haim nahum,
hilafetin kaldırılıp, geçmişe ait bağlardan yeni tc’nin koparılacağı sözünü
vermişti..
Bu iddianın doğru
olup olmadığı bir yana, ilerleyen yıllarda olayların gelişimi bu
iddiaları doğrular mahiyette olacaktı..
Nitekim
Cumhuriyetin ilanının üzerinden bir yıl geçmeden de,
3 mart 1924
tarihinde meclis’te ivedilikle görüşülerek kabul edilen üç kanun yeni siyasi
yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları
verecekti.. Aynı gün çıkarılan hilafetin kaldırılmasıyla ilgili
kanunla, yeni tc, İslam dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat
kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı.. Böylece örgün din eğitimi büyük ölçüde, yaygın din eğitimi
de tamamen ortadan kaldırılacaktı..
Şeriye ve Evkaf
Vekaletinin kaldırılmasıyla da şeriat mahkemeleri tarihe
karışacaktı..
Din eşlerini ise
devletin modernleşme politikası çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı
yürütecekti.. Ancak Diyanet işleri başkanığının yetki alanı tartışma
götürmeyecek derenecede daraltılmıştı..
Prof. Bülent
Tanör, Diyanet’in, bundan sonra izleyeceği konumu şu şekilde
açıklayacaktı:
“Diyanet İşleri
Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri
doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu..yetkileri
sırnırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kuralarra öneremez,teolojik
araşıtırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi.kasacası dib, laikleştirme
polotikasına dinsel meşruluk kazandırma görevvi yüklenmişti..devlet, dinin
siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı dib’i kullanmaktaydı”
(Tanör, Kuruluş Üzerine 10 konfarans, 1920 sonları/ der 1996)
Bu değişimi
sırasıyla..
- Şapka ihtisas hakkında kanun
- Tekke ve zaviyelerin kapatılması
- Evlilik ve nikah hakkında medeni kanunun
kabulü
- Rakamların değiştirlemesi
- Latin harflerinin kabul ve tatbiki
- Efendi, bey, paşa gibi unvanların
kaldırlması
- Bazı kisvelerin giyilemesinin
yasaklanması
- Şer’i mahkemelerin ilgası,
- Haftalık tatilin cuma’dan pazar’a alınması,
- Takvim değişikliği,
- Alafranga saatin kabulü..
Gibi radikal
değişiklikler izleyecekti..
Başta hilafetinn kaldırılışı olmak üzere
yapılan değişiklikler batı dünyasında ise büyük yankı bulacaktı.. Avrupalı ve
ABD’li önde gelenlerle, basın neredeyse bayram
ediyordu..)
Boston gazetesi (Amerika
):
Türkiye halifeyi tekmelemekle kurtuldu..
Batılı temeller üzerine Cumhuriyet ilan edeliyor. Bugüne kadar kurulmuş bütün
İslami devletlere temel teşkil eden dini kanun ve gelenekler dağıtılıverdi...
Bunun yanında 500 milyon dolar değerendeki tüm dini kurum ve kuruluşlar da
devletleştiriliyor..."
İngiliz büyükelçisi Ronald
Lindsay:
"laik Türkiye'nin müsülümanları artık
ingiliz imparatorluğu için bir tehlike olmaktan
çıkmıştır."
Arnold J.Toynbee(İngiliz
tarihçi):
"Halifeliğinn kaldırılmasıyla Türkiye,
İslam dünyasının merkezi olmaktan çıkmıştır. Türkiye İslam'ın manevi önderliğini
bırakıp, köşe başını dönüp, dünyevi bir hükümet kurup halifeyi sınır dışı
edince, batılılaşmanın nimetlerine karşılık, İslam birliği ve
İslam'ın desteğinden vazgeçer olmuştur.. Ne olursa olsun halifelik İslam
toplumunun en birleştirici ve İslamın geçmişi ile en güçlü bağı sayılmıştı.."
(Türkiye Türkçesi ist. 1971)
10 nisan 1928
tarihine gelindiğinde ise devletin dini’nin İslam olduğu ibaresi anayasadan
çıkarılacak, böylece Cumhuriyeti Kur’an kadro, kısa bir zamanda dini devletten
ayırmış olacaktı..
Görünüşte din
devletten ayrılmıştı ayrılmasına ancak, asıl sorun bundan sonra başlayacaktı..
Zira dinin devlete karışmasına müsaade edilmeyeceği, ancak devletin dine
dilediği gibi karışacağı yeni ve uzun bir süreç başlamıştı.. Bu süreçte, devlet
gerek kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı, gerekse kendi başına aldığı kararlarla
dini mümkün olduğunca kontrol altında tutmaya çalışacak, hatta dine, devletin
ideolojisine uygun şekiller vermeye kalkışacaktı..
Cumhuriyet'in
ilanından sonra, Cumhuriyet idarecilerinin kendilerine hedef olarak seçtiği
konulardan biri de dinin millileştirilmesi projesi
olacaktı..
Bu proje
aslında 1908, yani 2. Meşrutiyetten itibaren seslendiriliyordu.. Proje,
1924, 1926, 1928 ve 1932 ramazanlarında ısrarla gündeme getirilecek, kabul
göreceği uygun zaman arayışları sürdürülecekti..
)
Meşrutiyetten
itibaren gündemden düşmeyen dini ıslahat meselesinin Cumhuriyetle birlikte
“dinin millileşmesi ve anadilinin mabede girmesi” çalışmaları sırasıyla 1924,
1926, 1928 ve 1932 ramzanlarında gündeme
getirilecekti..
Proje zaten, 2.
Abdülhamid’i tahttan indirerek yerine geçen ittihat ve terakki’nin planları
arasında da bulunuyordu..
Nitekim dinin
millileşmesi ya da milli din tartışmaları 1918 yılında dönemin şairlerinden
Ziya Gökalpin bir şiirine de konu olmuştu..
Dil ve din
bağlantısının belki de en meşhur ifadesi sayılan ziya gökalp'in yazdığı bu şiir,
dinde reformcolur için ilham kaynağı olacaktı..
"Bir ülke ki
camiinde Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar
manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki
mektebinde Türkçe Kur’an okunur.
Küçük, büyük
herkes bilir buyruğunu Hüda'nın...
Ey Türkoğlu,
işte senin orasıdır vatanın!.."
Cumhuriyetin
ilanından sonra, yapılan devrim ve inkılaplar da bu yönde önemli bir zemin
oluşturuyordu.. Ancak yeni uygulamalar çoğu zaman şiddetli tepkilere neden
oluyordu.. Milli mücadele yıllarında, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, vatan
savunması için varını yoğunu feda eden müslüman anadolu halkı, zaferden sonra
atılan adımlardan hayli rahatsızdı… savaş yıllarında dört elle sarıldıkları
din’in, dini müessese ve dindarların kısa süre sonra tasfiyeye
kalkışılması
Tepkileri daha da
artırıyor, tepkilerin artması üzerine ise yasal düzenlemeler yapılıyordu..
Örneğin 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun kanunu çok şiddetli uygulanacak,
böylece muhalif sesler kesilecekti.. Şeyh Sait ayaklanması gerekçe
gösterilerek çıkarılan yasadan dolayı çok sayıda yazar, gazeteci ve vatandaş
ağır cezalara çarptırılacaktı.. Kurulan İstiklal Mahkemeleri de gece
gündüz çalışacakları bir sürece gireceklerdi.. Dönemin basın organları ise
kendine göre öcüsünü çoktan oluşturmuştu bile.. Gazetelerde
yayınlanan karikatür ve yazılarda, rejim muhaliflerine her türlü hakaret
neredeyse serbestti..
"milli din" tezini
savunanlar, yapmaya çalıştıkları ile Avrupa'daki reformasyon hareketi arasındaki
benzerliklere dikkati çekiyorlardı. Reformasyonun, avrupa'nın ilerlemesine
katkısı öne sürülerek kendi projelerinin de aynı neticeyi doguracağını ima
ediyorlardı.
“İlk Nabız
Yoklaması”
Dinde reform
girişimine 1926 yılında seçilen aktörlerden biri, Göztepe Camii İmamı
Cemaleddin Efendiydi..
Cemaleddin efendi,
1926 yılının ramazanında, göztepe camii'nde, ilk Türkçe namaz kıldırarak dikkat
çekmişti.. Cemaleddin efendinin bu girişimi her ne kadar ferdi bir çıkış gibi
görülse de aslında bir nabız yoklamasıydı.. Nitekim halktan gelen yoğun tepkiler
üzerine cemaleddin efendi görevinden alınmış, ancak maaşı kesilmediği gibi bir
kaç ay sonra da imam hatip mektebi muallimliğine atanmıştı.. Dönemin Diyanet
işleri reisi Rifat Börekçi ise Türkçe namaz kılınamayacağını, namazlarda
ayet ve surelerin orjinallerinin okunması gerektiğini söyeleyecekti.
Ne var ki toplum
hayatının kökten değiştirilmeye çalışıldığı bir dönemde, bu tür karşı çıkışlar
pek uzun soluklu olamayacak, ve ibadetlerin Türkçeleştirilmesine yönelik
taleplerden vazgeçilmeyecekti.. Bu tartışmaların üzeri henüz küllenmeden
bizzat Rifat börekçi'inin başkanlığı döneminde, hutbeler Türkçeleştirilecek ve
kitap olarak da basılacaktı..
Kısa bir süre
sonra, 1928 yılında da İsmail Hakkı Baltacıoğlu, dinde reform taleplerini
yeniden gündeme getirmişti.. Baltacoğlu tarafından hazırlanan "dini ıslah
beyannamesi"nde ibadetlerin türkleştirilmesi hatta yeniden düzenlenmesi
öngörülüyordu..
Baltacıoğlu,
Kur’an tercümesi ve ibadette reform çalışmalarında aktif olarak görev almıştı..
Kur’an-ı kerim'de bazı ayetlerin çıkarılmasından, camilere ayyakabılarla
girilebileceğine, camilere kiliselerde olduğu gisi sıralar yerleştirilmesi
ve müzik eşliğinde ibadet edilmesi gibi radikal öneriler baltacıoğlu'nun gündeme
getirdiği bazı taleplerdi.. Baltacıoğlu, bu çabaları nedeniyle Halk
Partililerden de büyük destek alıyor, kendisine Luther yakıştırması
yapılıyordu..
Dinin
türkleştirilmesi projesinin önde gelen aktörlerinden biri de Dr. Resit
Galip’di.. Galib, Müslümanlık: Türk'ün Milli Dini isimli eserinde,
"Şu halde din, dil
vasıtasıyla insanın milliyetine girmektedir. Burada din, milli bir unsur oluyor.
Binaenaleyh din, milliyetin birbirinden ayrılmaz bir parçasıdır." diyerek yapılacak reformların dil odaklı olacağına işaret
ediyordu..
Bu arada siyasi
iktidar da boş durmuyor, bir yandan Türkçe hutbeler hazırlatıp Kur’an-ı kerim
ile sahih-i buhari'yi Türkçeye çevirtiyor, diğer yandan da ibadetlerin
Türkçeleştirilmesi projesi için halkın nabzını
yokluyordu..
Hutbelerin ismi ve
konusu dahi en tepeden belirleniyor sıkı kontrolden geçiyordu.. Hutbelerin
başlıkları da zaten bunu anlatmaya yetiyordu..
Örneğin, tayyare
cemiyetine yardım, temizlik, herkes kazancına bağlıdır, askerliğin şerefi, say-ü
amel, sanat, ziraat, eksik ölçenler, yanlış tartanlar.. Bunlardan
bazılarıydı
Bu arada sahih-
buhari'yi tercüme işi Ahmed Hamdi Aksekili'ye, Kur’an'ı kerim'i tercüme
işi ise Mehmet Akif Ersoy'a verilmişti..
Ancak Mehmet
Akif, ilk yıllardaki atmosferin giderek değiştiğini görünce, çevireceği
Kur’an tercümesinin istemedeği bir maksat için kullanılacağını anlamış ve aldığı
ücreti iade ederek bu işten vazgeçmişti.. Tüm ısrarlara rağmen de çevirisini
yetkililere teslim etmemişti..
"Ruhumun senden,
ilahi, şudur ancak emeli;
Değmesin
ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar ki,
şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun
üstünde benim inlemeli."
İfadelerini, yazan
mehmet Akif’in, bu marşını ayakta alkışlayan ruh tamamen gitmiş, şimdi yerine,
bu satırların yazarın karamsarlığa düşüren tavırlara girişilmişti.. Yazdığı
şiirlerde ve milli mücadele yıllarında yaptığı etkili konuşmalarla halkı toplyan
akif, gelinen noktadan endişe ediyordu..
Kur’an-ı kerim'i
tercüme görevini ise daha sonra, meşhur müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır yerine getirecekti.. Elmalılı da, Akif'le aynı endişeyi taşımakla
birlikte, çevirdiği kur'ın'ın önsözüne, "Haşa Türkçe Kur’an" şeklinde bir
ifade koyacaktı.. Türkçe Kur’an olamaycağını anlatmak için kullandığı bu
cümleyi, mukaddimeden çıkarması istendiğinde ise, bir adım daha atarak,
"Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın!" ifadelerine yer verecekti..
Tartışmalar
sürüp gidiyor ancak kimse dinde reform taleplerinin gerçekleşebileceğine
ihtimal vermiyordu.. Ta ki 1932 ramazan'ına kadar..
Şapkalı Cemaat,
Frakla Hutbe
1923'te Ziya
Gökalp'in "Dini Türkçülük", 1928'de İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun
"İslam'ın Türkleştirilmesi", 1932'de ise Reşit Galip'in "Milli
Müslümanlık" adını verdiği ibadetlerin Türkçeleştirilmesi projesi aslında,
Mustafa Kemal'in zihninde tasarladığı düşüncelerin yazılı
ifadeleriydi..
Niketim kendisi de
şartların oluştuğunu düşündüğü 1932 ramazan'ında bunu tatbik mevkiine koyacak ve
Reşit Galip'le birlikte gerekli hazırlıklara
girişecekti..
Örneğin aynı yıl
Ayasofya Camii'ni gezip, dolmabahçe sarayı'na döndüğünde, Ayasofya camii
hakkındaki düşüncelerini anlattıktan sonra, ‘Reşit Galip'e şu teklifte
bulunacaktı..
"Reşit Galip!
Ayasofya senin müslümanlık tezini münakaşa edeceğin güzel bir yer değil mi?
İstanbul'daki din ulemasını toplayalım, halka da ilan edelim, herkes gelsin..
Camiye hoparlör yerleştirelim, içeriye giremeyenler dışarıdan dinlesin.. Sen
fikrini bu ulema ile münakaşa et.. Halk hakem olsun!".
Reşit Galip'in
temkinli yaklaştığı bu teklife, dönemin başbakanı İsmet İnönü de ilginç
bir gerekçeyle karşı çıkar.. Falih Rıfkı Atay'ın yazdığına göre, inönü,
Atatürk'e yalvarır bir eda ile, "isterseniz önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra
namaz'a sıra gelir" der..
Bunun üzerine,
Mustafa Kemal Reşit Galip'le dolmabahçe sarayında derin bir çalışmaya
koyulur..
Alınan karar
gereği Atatürk ile Reşit Galip 4 maddelik bir planda karar kılarlar..
- Müslümanlığın
bir türk dini olduğu ıspat edilecek
- Dinde ibadetin
"Allahla kul arasında bir kalp bağlılığı olduğu tezi inkışaf
ettirilecek
- Kul'un,
tanrısına ibadet ederken söylediklerini kalbinden söylemesi lazımdır. Kalbin
dili de anadilidir. Onun için duaların anadiliyle yapılması lazımdır. İnancı
oluşturulacak
- Bu fikirde
ittifak hasıl olduktan sonra, duaların Türkçeleştirilmesi hususunda bir iş
bölümü yapılacak..
Tartışmaların
yapıldığı günlerde, bir kış gecesi ileride büyük tartışmaların yaşanacağı yeni
girişimlerin temeleni atacak adımlar için istanbul'a önemli bir ziyaret
gerçekleşecekti.. Mustafa Kemal, çok geçmeden bu planı devreye sokacak
adımları geciktirmeden atmaya karar vermişti)
Bir kaç yakını
haricinde, hiç kimse Mustafa Kemal'in bir kış günü ankara'dan istanbul'a
gelmesiyle birlikte, Cumhuriyet tarihinin en büyük dini inkılaplarını
başlatacağını kestiremezdi.. Oysa herşey 1932 ramazanı'nın 4. Günü yani 12
ocak 1932 salı günü, Mustafa Kemal'in, haydarpaşa tren istasyonunda maiyetiyle
birlikte trenden inmesiyle başlamıştı..
Mustafa Kemal'in
bu gelişinde, görünürde askeri tören yapılması da istenmemişti..
Mustafa Kemal'in
istanbul'a geldiği hafta ise 17 ocak 1932 tarihinde Müdafai Milliye müsteşarı
Derviş paşa vefat etmişti.. Buraya kadar her şey normaldi, ancak Mustafa
Kemal'in o gece derviş paşa için yazdığı bir mersiye, ileride çorap söküğü gibi
gelecek diğer değişikliklerin de habercisiydi..
Mustafa Kemal,
derviş paşa için Türkçe olarak yazdığı mersiyeyi okutmak için hafız yaşar okuru
çağırmış, mersiyeyi besteledikten sonra da ertesi gün derviş paşa'ının kabri
başında okumasını istemişti.. Hafız Yaşar da, 18 ocak 1932 tarihinde
derviş paşa'nın kabri başında ilk Türkçe mersiyeyi okumuştu...
Bu hadiseden iki
gün sonra, 20 ocak 1932 tarihinde de, Mustafa Kemal aydın milletvikili dr.
Reşit Galip ile antep milletvekili Kılıç Ali'nin bulunduğu bir
meclis'te, hafız yaşar okur'a bu cuma günü Yerebatan camii'inde Türkçe
Kur’an okuyacağını söyler.. Reşit Galip ve kılıç ali'yi de bu hadiseyi
gazetelere bildirmek ve bizzat Türkçe Kur’an merasimine nezaret etmek üzere
görevlendirir....
22 ocak 1932
tarihinde yerebatan camii'ne gelen hafız yaşar, hadiseyi gazetelerden öğrenen
halkın orada merakla beklediğini görünce hayli heyecanlanmıştı..
Kalabalığı yara
yara içeri giren hafız yaşar, Reşit Galip ve kılıç ali'nin ikazları üzerine
kürsüye çıkar, "müşfik ve rahim olan Allah'ın ismiyle" diye başlayarak, yasin
suresinin Türkçesini rast makamıyla okur.. Hafız yaşar Türkçe okudğu duasında
da, "Türkiye Cumhuriyeti'ni ilelebed payidar kıl. Türk milletini sen
muhafaza eyle! Şanlı türk ordusunu ve onun değerli kahraman kumandan ve erlerini
karada, denizde, havada her vechile muzaffer kıl yarabbi!"
der..
Gazeteler ertesi
gün yerebatan camii'nde yapılan bu olayı birinci sayfalarından genişçe
verirler.. Gazetelere göre, istanbul halkı, Türkçe Kur’anı büyük bir şevk ve
huşu ile dinlemiş, gazi hazretlerine de duat etmiştir..
Akşam olunca,
hafız yaşar Mustafa Kemal'e gelerek izlenimlerini aktarır ve yerebatan
camii'inin bunun için küçük olduğunu belirtir..
Hafız yaşar'ı
dineleyen Mustafa Kemal ise, kendisine, istanbul'un musikiye aşina meşhur
hafızlarının listesini hazırlamasını emreder ve bir sonraki cuma, yani 29 ocak
1932 tarihinde de Sultanahmet camii'nde aynı uygulamanın yapılacağını
söyler..
Ertesi akşam da,
istanbul'un meşhur hafızları Dolmabahçe Sarayına davet edilir.. Dokuz
kişiden oluşan heyeti, Mustafa Kemal tarafından, kendilerine riyaset etmekle
görevlendirilmiş bulunan Reşit Galip karşılar.. Reşit Galip hafızları karşılayıp
Mustafa Kemal'in yanına sokmadan önce şunları söyler;
"Camilerde Türkçe
Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz.. Evet bu tercüme belki
iyi değildir, çünkü Arapça'dan Fransızcaya ondan da Türkçe'ye tercüme
edilmiştir.. Bununla beraber ankara'da bir heyet tarafından Türkçe bir Kur’an
hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar
okunacaktır.."
Reşit Galip'in,
hafızlara dağıttığı Türkçe Kur’an, Albay Cemil Said'in daha önce
Fransızca’ya, sonra da Türkçeye çevrilmiş eseridir.. Ankara'da hazırlandığı
söylenen Kur’an ise Mehmed Akif'in hazırladığı ancak, son anda aldığı
ücereti iade edip teslim etmekten vazgeçtiği Türkçe çeviridir..
Hafızlarla yapılan
müzekerelerden sonra, hangi hafızın nerede ve hangi saatte Türkçe Kur’an
okuyacağı kararlaştırılır..
Bu toplantıda
alınan kararlar, hemen ertesi gün yani 24 ocak 1932 pazar günü tatbik mevkiine
konularak, istanbul camilerinde Türkçe Kur’an okumalarına başlanır..
Program artık
hemen hiç aksamadan uygulanmaya başlamıştır, gazeteler bir gün önceden hangi
hafızın hangi camide ve saat kaçta Türkçe Kur’an okuyacağını yazmakta, ertesi
gün de hafızların büyük resmini baş sayfadan vermektedir..
Meclis başkanı
Kazım Özalpin geldiği gün 29 ocak 1932
tarihi ise, Mustafa Kemal'in emriyle, Sultanahmet camii'nde toplu olarak
gerçekleştirilecek Türkçe Kur’an okuma günüdür.. Bütün gazetelerse
başsafalarında bu habere yer ayırmışlardır.. Ve nihayet cuma namazı eda
edildikten sonra, 8 hafız Kur’anı kerimin çeşitli surelerini Türkçe olarak
okurlar..
Bu günün
akşamında, hafız yaşar'ı huzuruna çağıran Mustafa Kemal, aynı merasimin kadir
gecesi Ayasofya camii'nde yapılması talimatını verir.. Şu anda müze olan
Ayasofya camii'nde, Türkçe Kur’an'ın yanısıra bir ilke daha imza atılacak,
Türkçe tekbirin de bu akşam okunması istenecektir.. Bunun için, okunacak
olan Türkçe tekbir de hazırlanır..
"tanrı uludur,
tanrı uludur, tanrıdan başka tanrı yoktur..tanrı uludur, tanrı uludur! Hamd o'na
mahsustur.."
Sultanahmet
camiindeki merasimin ertesi günü, bütün gazeteler, birinci sayfalarından
Sultanahmet Camii'deki olayı verdikten sonra, kadir gecesi de Ayasofya Camii'nde yapılacak Türkçe Kur’anlı, Türkçe tekbirli
çalışma için hazırlıkların tamamlandığını duyurur..
Öte yandan
beklenen gün gelir ve 3 şubat 1932 tarihinde yani kadir gecesi'nde, Türkçe
Kur’an, Türkçe tekbir Ayasofya camii'nde tatbik edilir.. Kadir gecesinde
Ayasofya Camii'nde gerçeleştirilen program Mustafa Kemal'in
emriyle radyodan da canlı olarak yayınlanır.. Mustafa Kemal ise programı
radyodan dinleyecektir..
Diğer camii’lerde
olduğu gibi, Ayasofya camii’nde gerçekleştirilen Türkçe Kur’an denemesine
katılan cemaatin başında da o dönemde zorunulu olan fötr şapka bulunması dikkat
çekicidir..
Frakla
Hutbe
Sıra Türkçe
hutbeye geldiğinde ise tarihler, 5 şubat 1932’yi, yani ramazan ayının son cuma
gününü göstermektedir.. İstanbul Süleymaniye Camiinde okunacak
Türkçe hutbe içinse, hafız Sadettin Kaynak seçilmiştir..
Ramazan'ın son
cuma günü olması hasebiyle de Süleymaniye camii hınca hınç doludur.. Mustafa
Kemal sadettin kaynağa, "haydi bakalım, Türkçe hutbeyi de Süleymaniye camii'nde
mukabele ile oku! Amma okuyacağını evvela tertib et, bir göreyim" der..
Hafız Sadettin
Kaynak, minbere çıkmadan önce de Mustafa Kemal'e, "sarık saracakmıyım" diye
sorduğunda şu karşılığı alır:
"Kat'iyyen sarık
istemem. Sarığı bırak, işte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık ve
fraklı olarak git..fakat hava soğuktur palto
giyebilirsin"
Hafız Sadettin
Kaynak fraklı, başı açık olarak çıktığı minberde, Mustafa Kemal tarafından da
onaylanan o meşhur hutbesini, "ey ulu tanrı.." ifadesiyle okumaya
başlar..
Sadettin Kaynak, o
günü hatıralarında anlatırken, hutbenin konusunun Mustafa Kemal tarafından
seçildiğini, Mustafa Kemal'in kendi elleriyle Türkçe Kur’an'dan seçtiği ayetin
ise Bakara Suresi’nin 11, 12 ve 13. Ayeti olduğunu
yazar..
Bu ayetlerin
Türkçesi ise, "O gafillere, 'yeryüzünde bozgunculuk çıkırmayın’ denildiği
zaman, 'biz bozguncu değil, islah istiyoruz' derler. Halbu ki, işte onlar
bozguncuların ta kendileridir. Fakat ne yaptıklarının farkında değillerdir…
onlara, ‘insanların inandığı gibi inanın!’ denildiğinde, ‘o beyinsizlerin
inandığı gibi biz de mi inanalım’ derler.. Bilesiniz ki asıl beyinsizler
kendileridir, fakat bilmezler” şeklindedir..
O günün akşamı
hafızlara, dolmabahçe sarayında iftar yemeği veren Mustafa Kemal, hizmetlerinden
dolayı kendilerine tek tek teşekkür ettikten sonra, 200'er lira da para verir..
Hatta hafızları otomobille evlerine kadar
bıraktıracaktır..
Bu arada dikkat
çeken değişimlerden biri de hafızların kıyafetinde yaşanır.. Yakın zamana kadar,
sakallı, sarıklı cüppeli olan hafızlar gitmiş, yerine kravatlı, sakalsız ve fötr
şapkalı hafızlar gelmiştir..
8 şubat 1932
tarihi ise ramazan bayramıdır ve daha önceden kararlaştırıldığı gibi, istanbul
camilerinde ve Türkiye'nin pek çok yerinde bayram namazında hutbeler ve
tekbirler Türkçe okunacaktır..
Bayramın ilk
akşamı ise Mustafa Kemal, ordu müfettişlerini dolmabahçe sarayına davet eder,
Fahrettin Paşa, İzzetin Paşa, Şükrü Naili Paşa’nın yanısıra, İçişleri Bakanı
Vekili Şukru Kaya da davette hazır bulunur.. Hafız Sadettin Kaynak, Mustafa
Kemali'n emriyle Türkçe Kur’an'ı paşaların huzuruda da okur.. Bunun üzerine
ayağa kalkarak birer konuşma yapan paşalar, diğer inkılapları destekledikleri
gibi, bu inkılabı da destekleyeceklerini söylerler.. Böylelikle derviş paşa'nın
kabri başında ilk Türkçe mersiye'inin okunmasıyla başlayan ve
sırasıyla Türkçe Kur’an Türkçe ezan, Türkçe tekbir ve Türkçe hutbe okuma
denemeleriyle devam eden reformlar tamamlanmış olur..
|