Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra
yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî
mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe
künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî
nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde
Bağdât'ta vefât etti. KabriBağdât'ta olup, ziyâret yeridir.
Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın
neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i
Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli
ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek
kimselere hayır duâda bulundu.
Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın
oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden
üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının
sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin
Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl
Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu.
Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.
Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde
bulunmasını şöyle anlattı: "Küçük yaşlarda babamla berâber bir âlimin
meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu:
"Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: "Kardeşinin
başına gelen bir musîbetten dolayı sevinme! Allahü teâlânın ona âfiyet verip,
seni o musîbete mübtelâ kılması mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum.
"Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe
şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm
yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi
kendilerine merkez seçmişlerdi.
Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de
Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını
ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de
bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı.
Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi,
ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için
gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve
münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka
mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti
ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher
olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın
âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp;
"Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum."
dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine
devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı
bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile
uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve
kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin
sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna
yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin
ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini
tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir
dereceye ulaştı.
Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan
sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle
başladı.
Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf
ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü
teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye
başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum.
Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve
fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda
farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı
bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz
yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî
Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli
oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla
yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders
halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri
öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları
doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint,
İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca
gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara
mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.
İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim
tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından
bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını
iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle
dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr
etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp
İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek
istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî
ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer
yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak
diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına
uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün
dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın
içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası
Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân
müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan
bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ
sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini
sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına;
"Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da
ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır.
Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile
ben onu yenerim." dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi
kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar
genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı
görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini
söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce
hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak
mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:
"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince,
İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir
şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni
bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir
şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında
şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır?
Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde
bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu.
Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam;
"Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu
olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî
cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir
yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip;
"Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ
bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?"
dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa,
göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle
olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla
meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen
bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan
bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap
vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ
senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi
kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek
ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve
Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu
sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a
kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz
bulamadı.
İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî
Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı,
daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle
demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber
bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd'ın dersine
devâm ettiği sırada sık sık Hicaz'a gidip Mekke ve Medîne'de çoğuTâbiînden olan
âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri
yapardı. İmâm-ı A'zam'ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan
Hammâd bin Ebî Süleymân'dır.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe'de
tahsîl ettiği hocalarından bâzıları şunlardır:
Âmir bin Şerâhil eş-Şa'bî, Süleymân bin Mihrân
el-A'meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Uteybe, Mansûr bin Mu'temir et-Teymî
Kûfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden
İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve
Medîne'ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim
öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe
dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu
zâtlardır:
Tâbiîn büyüklerindenAmr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû
Zübeyr Muhammed, İbn-i Şihâb ez-Zührî, hazret-i Ebû Bekr'in torunu Kâsım bin
Muhammed, Medîne'nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd
el-Ensârî, Basra'daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî,
Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.
AyrıcaPeygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve
sellem torunlarından Zeyd bin Ali'den ve Muhammed Bâkır'dan da ilim ve mârifet
öğrenen İmâm-ı A'zam'a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: "Ceddimin
şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların
kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola
çevireceksin.Allahü teâlâ yardımcın olacak."
Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs'ın ilmini Mekke
fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime'den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan
nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer'in âzâdlısı Nâfî'den öğrendi. Böylece,
Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes'ûd ve hazret-i Ali'den nakledilen ilimleri de
buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek
bir dereceye ulaştı.
Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen
evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık'tan öğrendi. Onunla sohbet edip
feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı.
Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük
âlimi olanİmâm-ı A'zam bir gün Halîfe Mansûr'un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ
bin Mûsâ, Mansûr'a; "Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır." dedi. Halîfe
Mansûr; "Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın?" diye sorunca; "Hazret-i Ömer'den ilim
alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer'den, hazret-i Ali'den ilim alanlar
vâsıtasıyla hazret-i Ali'den, Abdullah bin Mes'ûd'dan ilim alanlar vâsıtasıyla
da Abdullah bin Mes'ûd'dan aldım." cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr;
"Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın." dedi. İmâm-ı
A'zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört
bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye
ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün
müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep
medhetmiş, övmüştür.
İmâm-ı A'zam'ın hocasıHammâd bin Ebî Süleymân
vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun
yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A'zam'ın olduğunu görerek, ısrârla
hocasının yerine geçmesini istediler. "İlmin ölmesini istemem." buyurup, ilim
kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süleymân'ın yerine müftî oldu ve talebe
yetiştirmeğe başladı.
İmâm-ı A'zam, hocası Hammâd'ın yerine geçince,
ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes
tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara
çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan,
Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan'ın her tarafından gruplar hâlinde
gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmâm-ı A'zamın meclisinde halk tarafından sorulan
suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak
üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye
kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle
yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders
verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip
sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık
olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin
müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar
ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları
verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle
talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline
gelmiştir.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin başta gelen
talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olanYâkûb binİbrâhim, Muhammed
Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek,
Veki' bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî,
Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma'an, Ali bin Müshir, Hibban
bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.
İmâm-ı A'zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin
ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli
davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi.
Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda
buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu.Bir defâsında onun ders usûlünü
ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kûfe'ye gelmişti. Aralarında
Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını
görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A'zam talebelerine; "Sizler
benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz." buyururdu.
Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan
yakından gelen pekçok kimse ondan ilim ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri
sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan
nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak
buyurdu ki:
Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi,
onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne
sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı
emretmiştir.
Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye
tâyin edilip, Basra'ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur:
"Basra'ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin
değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun, ilim sâhiplerine hürmet
et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş,
iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma.
İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ
etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık
kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!..
Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir
veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse,
yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen
muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver!
Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle.
Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü
düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa,
fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu
sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok
hürmet ederler...
Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret.
Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara
umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla
şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara
yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı,
kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster, hiç bir kimseye
karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran."
Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe hazretleri helal lokma husûsunda buyurdu ki:
"Dînin alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan
kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider, azâba
yakalanır ve çok pişman olur."
İmâm-ı A'zam'ın yaşadığı devir, Emevîler ve
Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on
sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi.Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî
Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu.
Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A'zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti,
diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya
çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların
herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu.
Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı
A'zam'a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat
İmâm-ı A'zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun
üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, 747
(H.130) yılında Mekke'ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke'de de
talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet
hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe'ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün
son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde
yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her
tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle
büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan
Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta
kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete
kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.
Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim
öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm etti. Abbâsî Devleti içinde de
karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A'zam hazretleri bu
karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi. 762 (H.145) senesinde
meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansûr onuKûfe'den
Bağdât'a getirtti. "Mansûr haklı olarak halîfedir, diye herkese bildir." dedi.
Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe hazretleri çok takvâ sâhibi olup, dünyâ makamlarına kıymet vermediğinden
kabûl buyurmadı. Mansûr onu habsettirdi. Her gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı
A'zam'ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe Mansûr bir ara pişman olup otuz
bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar hapsedip her gün on değnek
fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan korkulup zorla sırt üstü
yatırıldı. Ağzına zehirli şerbet döküldü. 767 (H.150) senesinde şehîd edildi.
Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük
üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdât kâdısı Hasan bin Ammâre
yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: "Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!Otuz
senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın.
En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları
kendinde toplayan sendin!" Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdât halkı oraya
toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin
kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye
kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd
kıldırdı. Bağdât'ta, Hayzeran kabristânının doğusunda defnedildi. İnsanlar
günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtına çok üzüldüler.
İmâm-ı Şâfiî'nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca
âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, "Yâni ilim gitti deseniz ya!" buyurdu. Büyük
âlimlerden Şu'be'ye vefât haberi ulaşınca, o da; "İlim ışığı söndü, ebediyyen
onun gibisini bulamazlar." dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında
görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini dile getiren şeyler
anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: "Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum.
Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rekât
namaz kılıp, Ebû Hanîfe'nin kabrine gelerek onun yanındaAllahü teâlâya duâ
ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşuyorum."
"Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider."
hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A'zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir.
Çünkü o târihte İmâm-ı A'zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm
âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın vezirlerinden
Ebû Sa'd-i Harezmî, İmâm-ı A'zam'ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve
çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca
tâmir ettirdi.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye
denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve
îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfessirlerin başı,
üstâdı derecesindeydi. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim
sâhibiydi.
İmâm-ı Şâfiî hazretleri; "Fıkıh ilminde mütehassıs
olmak isteyen, Ebû Hanîfe'nin kitaplarını okusun." buyururdu. Abdullah bin
Mübârek de; "Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim."
buyurdu.
Büyük âlim Mis'ar, Ebû Hanîfe'nin karşısında diz
çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. "Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû
Hanîfe'yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım." demiştir.
Ebû Yûsuf buyuruyor ki: "Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi
birini görmedim. Hadîs-i şerîfleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur."
Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Bizler, Ebû Hanîfe'nin
yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin
önderidir."
Âli bin Âsım diyor ki: "Ebû Hanîfe'nin ilmi,
zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe'nin ilmi
fazla gelir."
Büyük hadîs âlimi A'meş, İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe'den birçok mesele sordu. İmâm-ı A'zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i
şerîfler okuyarak cevap verdi. A'meş, İmâm-ı A'zam'ın hadîs ilmindeki derin
bilgisini görünce, "Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs
âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz
söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız!" dedi. "Ubeydullah
bin Amr, büyük hadîs âlimi A'meş'in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu.
A'meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
geldi. A'meş, bu suâli İmâm'a sorup cevâbını istedi. İmâm-ıA'zam hemen geniş
cevap verdi. A'meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden
çıkardın dedi. İmâm-ı A'zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu
senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan
yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü; "Benim söylemediğimi hadîs
olarak bildiren, Cehennem'de çok acı azap görecektir." hadîs-i şerîfinin
dehşetinden çok korkardı.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin verâ ve takvâsı daha
çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu
şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi naklederdi."
İmâm-ı A'zam, İslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk
esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk
bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve
propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek
ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği
sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerdeAllahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket
tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın
müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.
Hadîs-i şerîfte; "Îmân Süreyya yıldızına çıksa,
Fârisoğullarından biri elbette alıp getirir." buyruldu. İslâm âlimleri, bu
hadîs-i şerîfin İmâm-ı A'zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve
Müslim'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; "İnsanların en hayırlısı, benim
asrımda bulunan müslümanlardır (Yâni Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en
iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir). Onlardan sonra da
onlardan sonra gelenlerdir... (yâni Tebe-i tâbiîndir)" buyruldu. İmâm-ı A'zam
da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden
biridir. Hayrât-ül-Hisan, Mevdû'ât-ül Ulûm ve Dürrül-Muhtâr'da yazılı hadîs-i
şerîflerde buyruldu ki: "Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de
ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfe'dir. O,
ümmetimin ışığıdır."
"Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû
Hanîfe ile öğünürüm. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş
olur."
"Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır.
Bid'atleri öldürür. Adı Nu'mân bin Sâbit'tir."
"Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû
Hanîfe zamânının en yükseğidir."
Hazret-i Ali de; "Size bu Kûfe şehrinde bulunan,
Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu
olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk
olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır."
buyurdu.
İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve sonraki asırlarda
yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir.
Abdullah ibni Mübârek anlatır: "Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiğinde
İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; "Bu
zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'tir. Eğer şu ağaç
direk altındır dese isbât eder." dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu,
Ebû Hanîfe'nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun
fıkıh âlimi olduğunu anlattı."Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: Hasan bin
Ammâre'yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe'ye şöyle diyordu: "Allahü
teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve
senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin
efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni
çekemeyenlerdir."
İshâk bin Ebû Fedâ'dan nakl olunur: "İmâm-ı
Mâlik'i gördüm. İmâm-ı A'zam'la el ele tutup berâber yürürlerdi. Câmiye gelince
kendisi durup önce İmâm-ı A'zam'ın girmesini beklerdi." demiştir. Hakîkate
varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; "Eğer Mûsâ ve Îsâ
aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru
yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı." buyurmuştur.
İmâm-ı Şâfiî: "Ben Ebû Hanîfe'den daha büyük fıkıh
âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun,
onlara hizmet etsin." buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: "İmâm-ı A'zam verâ, zühd
ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak
derecede değildi." buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik'e, İmâm-ı A'zam' dan bahsederken
onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?" dediklerinde: "Evet öyledir.
Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese
edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep
methederim." buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî: "Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi.
Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, Allahü
teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi"
buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: "Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve
yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni,Ebû Hanîfe'nin
ilminde ara, buyurdu." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: "İmâm-ı A'zam
abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ
etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete umakta ictihâd ve istinbatta, şer'î
delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu
anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A'zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın
sözünü kendi reyine takdim ederdi." İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde' ve Meâd
risâlesinde de şöyle buyurur: "Büyük İmâm Ebû Hanîfe'nin yüksek derecesinden
takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En
müttekîsi o idi. Şâfiî'den de, Mâlik'den de, İbn-i Hanbel'den de her bakımdan
üstün idi."
Yine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve
Muhammed Pârisâ (rahmetullahi aleyh) buyurdular ki: "Îsâ aleyhisselâm gibi
ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd
buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun
olacaktır. Bu da İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren
en büyük şâhittir."
Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört
mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri buyurdu ki: "İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de,
Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında
taksim-i a'mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icâb
ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam zamânında fıkıh bilgisi unutuluyordu.
Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa
Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık
hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâridât-ı
ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; "O iki sene olmasaydı Nu'mân
helâk olurdu." sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından
olan Câfer-i Sâdık'dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına
kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i
şerîfte: "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyruldu. Vâris, her hususta
verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin
vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi."
İslâm âlimleri, İmâm-ı A'zam'ı bir ağacın
gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o'nun
her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan
büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslâm dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve
tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri
altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun
asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle
birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına
karıştırılmasını ve İslâm dînine bid'atlerin sokulması tehlikesini bertaraf
etti.
İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve
âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim
hizmet, İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm
âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir,
"Ehl-i sünnetin reisi", "İmâm-ı A'zam= En büyük imâm" adıyla anılmıştır.
İmâm-ı A'zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir
düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru
şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun
kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç,
nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ
girmemiştir.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi.
Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde
görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda
insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz,
tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve
derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri
şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün
aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile,
karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve
uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle
olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı
ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ
ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.
Hâsılı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin
müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı), doğru bir amel ve güzel
bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır.
Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen
bütün müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmâm-ı A'zam ayrıca ticâret yapardı. Onun
kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de
dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû
Bekir'e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl
kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin,
muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para
dağıtarak, tevâzu ile; "Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah'a
hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz
olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir."
buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz,
rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği
kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ
günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı.
Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar
dağılıncaya kadar oturmasını söyledi.Kalabalık dağılınca; "Şu seccâdenin
altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır." buyurdu. Orada bin akçe
vardı.
Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben
fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al
deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; "Ben,
ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?" dedi. "Hayır,
bunda alay yok." deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı
satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona
satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini
söyleyince, İmâm-ı A'zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan
kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu
işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz
akçeye satın aldı.
İmâm-ı A'zam, kırk sene yatsı namazının abdesti
ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbe-i muazzama
içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu.
Sonra ağlayarak; "Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile
anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!"
diyerek duâ etti. O anda; "Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel
hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri
af ve mağfiret ettim." diye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur'ân-ı
kerîmi bir kere sonuna kadar okur, hatmederdi.
Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve
sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp
hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A'zam, "Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez
oldu." deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine
İmâm-ı A'zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı.
Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: "Böyle
ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir
haber gönderseydiniz kâfi idi." dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A'zam o
gence; "Bak biz seni unutmuyoruz." diyerek, bir kese de akçe (para) verdi.
Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A'zam'ın
derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.
Vâsıt şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi
(Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap
vermiştir: "Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım.
Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve
durumu İmâm-ı A'zam'a, yâni Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının
karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği
gibi yapıp beni ölen anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun
âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim."
İmâm-ı A'zam'ı çekemiyen biri, o'nu ve
talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı
A'zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye
tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı
A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve
hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra
döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini
görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve
böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine
kavuştular. Bunu gören dâvet sâhibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu
sevenler arasına katıldı.
İmâm-ı A'zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin
kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde
rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn'e anlattı. İbn-i Sîrîn; "Bu rüyânın
sâhibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek." dedi. (Ebû Hanîfe
benim!) deyince, İbn-i Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu
arasında bir "ben" gördü ve (Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında;
"Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü
teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder." buyurdu) dedi.
Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken,
bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken bir konu üzerinde
talebesi Züfer ile sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah
namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.
İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü çekemeyenler, onun
Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini bırakıp sâdece kendi aklıyla ve
kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı. Söylenenler Peygamber
efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin kulağına ulaştı. Seyyid
Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A'zam'la görüştüğü zaman ona buyurdu ki: Sen,
ceddim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dînini kıyasla
değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı A'zam: Allah korusun, böyle şey nasıl olur?
Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine,
Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A'zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu
konuşma geçti. İmâm-ı A'zam şöyle dedi: "Size üç suâlim var, cevap lütfediniz?"
Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi.
Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır,
deyince; Bu, ceddin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi?
Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım.
Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.
İkincisi: Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu?
Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla
değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini
söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim.Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.
Üçüncüsü: Bevil mi daha pis, yoksa meni mi? Bevil
daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim
bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben
hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah efendimizin dînini
değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beniAllah korusun dedi.
Nass (Kitapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili
bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını
söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.
İmâm-ı A'zam'ın eserleri çok olup zamânımıza kadar
gelenleri on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün
meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf'un rivâyeti ile
ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen
kitaplarla nakledilmiştir.
1) Risâle-i Reddi Havâriç ve ReddiKaderiyye, 2)
El-Fıkh-ul-Ekber, 3) El-Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bustî, 5)
Kitâb-ül-Âlim vel-Müteallim, 6) Vasiyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nu'mâniyye, 8)
Ma'rifet-ül-Mezâhib, 9) El-Asl, 10) El-Müsned-ül-İmâm-ı A'zam li Ebî Hanîfe.
BUNU SENİN VE
BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN İYİLİĞİ İÇİN YAPIYORUM
Talebelerinin önde gelenlerinden İmâm-ı Ebû
Yûsuf'a şu vasiyette bulundu:
"Ey Yâkûb (Ebû Yûsuf)! Sultana saygı göster. Makam
ve mevkıine hürmet et. İlmî bir mesele için seni çağırmadığı zaman yanına
gitmekten kaçın. Çünkü ona gidip gelmeyi çoğaltırsan, îtibâr etmez olur.
Sultanın dostları ve tarafları ile buluşma.
Etrâfındakilerden uzaklaşırsan, şerefin ve merteben yerinde kalır. Halk önünde
konuşma, yalnız sorduklarına cevap ver. Halk ve tüccar arasında da dînî ve
zarurî bilgiye âid olmayan sözlerden kaçın. Zîrâ onlar, kötü zanda
bulunabilirler ve yaklaşmanı kendilerinden rüşvet almana atfederler.
Hanımının yanında yabancı kadınlardan konuşma. Sen
başka kadınlardan bahsedince, o da kendinde yabancı erkeklerden söz etmek
hakkını bulur.
Her halde Allahü teâlâdan kork, kötülüklerden
korun. Emânetlere riâyet et. Küçük-büyük, zengin-fakir herkese iyilik ve
nasîhatta bulun. Hiç kimseyi küçük görme. Vakarlı ol ve herkese değer ver.
Ziyâretine gelenleri iyi karşıla.Meselelerine cevap ver. Eğer o, meselenin ehli
ise ilim ile meşgûl olur, değilse sana muhabbet ve sevgi besler.
Hoca ve üstâdlarına hürmet et, onlara dil uzatma.
İnsanlardan dâimâ çekin. Allah için gizli hâlinde ne isen, açık durumda da öyle
ol.
Çok gülme. Zîrâ çok gülmek kalbini öldürür.
Vakarlı bir şekilde yürü. Acele acele ve salına salına yürüme, işlerinde
aceleci olma. Konuşurken yüksek konuşma, bağırıp çağırma. Dâimâ kendin için
sükûn ve sükûtu tercih et.
Nefsini her zaman murâkabe edip gözet ve kontrol
et. Ölümü hatırından çıkarma. Hocaların ve kendisinden ilim aldığın zâtlar için
Allahü teâlâdan af ve mağfiret dile. Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm et.
Kabirleri, büyük zâtları ve mübârek yerleri çokça ziyâret et.
Hayvânî zevklerine ve nefsinin arzûlarına düşkün
kimselerle düşüp kalkma. Yalnız dîne dâvet yolunda böyleleriyle birlikte
bulunmakta bir mahzur yoktur. Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp sayılan
yerlere gitme. Ezan okununca câmiye gitmeye hazırlan.
Seninle bir hususta istişâre etmek, danışmak
isteyen kimseyi dinle. Seni Allahü teâlâya yaklaştıracağını bildiğin şeyleri
ona söyle. Bu tavsiyemi de kabûl eyle. Çünkü bundan dünyâ ve âhirette istifâde
edeceksin.
Cimrilikten sakın. Zîrâ herkes cimrilere buğzeder.
Onları sevmez. Aç gözlülük ve yalancılıktan sakın. Güzel huylu ol. İnsanları
incitmekten kaçın. Her zaman her yerde temiz elbise giy. Dünyâya rağbeti ve
hırsını azaltarak nefsini temizle. Dünyâ sevgisini içinden at. Kalbin temiz
olsun.
Yolda giderken sağa sola bakma. Dâimâ önüne
bakarak yürü. Münâzara âdâbını bilmeyen ve iddiâlarını delilleriyle isbât
edemeyen kimselerle söze girişmekten kaçın. Mevki ve makam peşinde koşan, halk
arasındaki meselelere dalan ve bu sûretle kendilerine şöhret ve menfaat
sağlamak isteyenlerin sözlerine ve aralarına karışma. Çünkü onlar bu hususta
seni haklı bilseler de, sözlerine önem vermezler. Şarlatanlıkları ile seni
susturmak ve utandırmak isterler. Bir cemâat içinde bulunduğun zaman seni saygı
ile öne geçirmedikçe kendiliğinden ileri safa geçme. Aynı şekilde muâmele
görmeden de mihrâba geçip imâm olma.
Zâlim sultan ve âmirlerin yanında bulunma. Belki
onlar yanında, doğru ve helâl olmayan bir iş yaparlar da onları men edemezsin.
Senin sustuğunu gören insanlar onların söz ve hareketlerinden o işin hak ve
doğru olduğunu sanırlar.
İlim meclislerinde hiddet ve şiddet göstermekten
sakın. Beni de hayırlı duâdan unutma. Bu nasîhatımı kabûl et. Onu ancak sana,
senin ve bütün müslümanların iyiliği için yapıyorum."
SAĞIR, KÖR,
DİLSİZ VE TOPAL HANIM!
İmâm-ı A'zam'ın babası Sâbit, daha bekar iken
temiz ahlâklı, takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü, salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde
bir nur vardı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü.
Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan
gördü. Kendi kendine; "Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep
ısırdığım elma olmalı." dedi ve buna pişman oldu. Elma sâhibini bulup
helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu.
Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi.
Oradakiler; "Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları
alsan, alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar." dediler. Sâbit aramalardan
sonra, bahçenin sâhibini buldu ve; "Ya elmanın parasını al, yahut helâl et."
dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki
gayretini görüp, hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi.
Sâbit'e; "Helâl etmem için ne vereceksin?" diye sordu. Sâbit; "Altın istersen
altın, gümüş istersen gümüş." dedi. Bahçe sâhibi; "Ben altın, gümüş istemem.
Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabûl
edersen hakkımı helâl ederim." dedi. Sâbit; "Teklifin nedir?" diye sordu. Bahçe
sâhibi; "Benim bir kızım var; gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söylemez,
ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl edersen elmayı sana
helâl ederim. Yoksa, yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb
ederim." dedi. Sâbit kendi kendine; "Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette
tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir."
deyip kabûl etti. Bahçe sâhibi, teklifinin kabûl edildiğini görünce, böyle bir
kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit
üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada, gâyet süslü, güzel,
sağlam, görür, işitir, konuşur, yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi
kalkıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu. Sâbit kendi kendine;
"Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı?" dedi. Hanımın kendi nikâhlısı
olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; "Niye çıkıyorsun ey
Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim!" dedi. Sâbit ona; "Baban
seni bana kötüledi. Kördür, sağırdır, dilsizdir, kötürümdür." diye târif etti.
Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım
doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır." dedi. Nikâhlısı kız; "Bu bir
sırdır, izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve
seven bir insandır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye
kadar hiçbir yabancı, yüzümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu
sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh
işlememiştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine
gitmez, bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz, günâha sebeb olan bir
kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet budur." dedi.
Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya
şükretti ve; "Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin." dedi. Haramlardan ve
şüphelilerden sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim,
irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi.
ALLAH'A
ŞÜKRETMEK
İmâm-ı A'zam hazretleri, Allahü teâlâdan çok
korkardı. Bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir
şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya fecî bir kazâ veya belâya
uğrarsa, gizli veya âşikâr; "Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?" diye
şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazâya rağmen, Allahü teâlâyı
zikir ve şükreder.
Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe
ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun,
mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır.
KAPTANSIZ GEMİ
OLUR MU?
Bir defâsında dünyâya kadîm, yâni dünyânın bir
yaratıcısı yoktur diyen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe'yi
öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A'zam'la bir konuda münâkaşa
edelim ve onu yenip öyle öldürelim dediler. Ebû Hanîfe'nin yanına gelince
onlara; "İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı bir
denizde kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz?" diye sordu. O topluluk;
"Böyle şey olur mu?" dediler. Ebû Hanîfe; "Her mevsim, hattâ her gün, şekli,
hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara
hayret veren bu dünyânın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi
olmadığına nasıl hükmedersiniz?" buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap
karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı
Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kılıçlarını kınlarına sokup oradan
ayrıldılar.
O PARAYI SANA
HEDİYE ETMİŞTİM
İmâm-ı A'zam bir gün yolda giderken onu gören bir
adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden
yolunu değiştirdiğini sordu. Adam cevâbında, size on bin akçe borcum var. Uzun
zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı A'zam;
"Sübhânallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve
utandığın için hakkını helâl et!" dedi. Bir defâsında ortağına, sattığı mallar
içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini
tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi
unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A'zam durumu öğrenince o
mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin
parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakir veya ahbabından
olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.
ÂLİMLERİN KANI
ZEHİRDİR
İmâm-ı A'zam talebeleri arasında bulunduğu bir
sırada vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri akrebi öldürmek
isteyince; "Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım
haklarında hadîs-i şerîfte; "Âlimlerin kanı zehirdir." buyrulan âlimlere dâhil
miyim?" dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
1)
Menâkıblar (Kerderi, Mekkî, Zehebi, İbn-i Abdilber)
2)
Hayrâtü'l-Hisân
3)
Tabakât-us-Seniyye (Temîmî)
4)
Vefeyâtü'l-A'yân
5)
El-Cevâhirü'l-Mudiyye; s.26
6)
Miftâhu's-Seâde; c.2, s.63
7)
Tezkiretü'l-Evliyâ; s.129
8)
İbn-i Âbidîn; c.1, s.48-53
9)
Brockelman; Gal.1, s.169,171, Sup.1, s.284-287
10)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1069
11)
Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.325
12)
FâideliBilgiler; (3. Baskı) s.42,156
13)
Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.127-136
14)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.236
|