İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad,
hekim ve velî. Asıl ismi Muhammed bin Hamzâ, lakabı Akşeyh'tir. Evliyânın
büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî'nin neslindendir. Soyu, hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk'a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî'nin, ona; '"Beyaz (ak) bir insan olan
Zeyd'den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin." demesi
sebebiyle, "Akşemseddîn" lakabı verilmiştir. Saçının, sakalının ağarması ve ak
elbiseler giymesi sebebiyle"Akşemseddîn" denildiği de rivâyet edilmiştir.
1390 (H.792) senesinde Şam'da doğdu. Küçük yaşta
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu'ya gelip Amasya'nın
Kavak nâhiyesine yerleşti. Bir süre sonra babası vefât etti. Akşemseddîn'in
babası da âlim ve velî idi. Babası vefât edip, defn olunduğu günün gecesi bir
kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları
bulur ve ölüyü mezardan çıkararak parçalardı. Şeyh Hamza'yı da parçalamak ve
yemek istemişti. Fakat Şeyh Hamza, mübârek elini uzatarak, o kurdu boğazından
sıkıp öldürdü. Ertesi sabah ziyârete gelen halk, kurdu ölü, Şeyh Hamza'nın
elini de mezardan çıkmış buldular. Hâl sâhibi biri;
"Kurda değdiği için, Şeyh Hamza'nın mübârek elinin
yıkanması lâzımdır." dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden
beri Akşemseddîn'in babası, Kurtboğan lakabı ile meşhûr oldu.
Akşemseddîn, babasının vefâtından sonra tahsîline
devâm ederek, sarf, nahiv, mantık, meânî, belâgat ilm-i usûl-i fıkıh, akâid,
hikmet okudu. Zekâ ve istîdâdının yardımıyla kısa sürede ilimleri ikmâl eyleyip
tıp ilmini dahi tahsil ettikten sonra Osmancık medresesine müderris oldu.
Burada günün belli saatlerinde ders verir artan zamanlarda nefsinin terbiyesi
ile meşgûl olurdu. Devamlı takvâ üzere hakla birlikte bulunurdu. Yüksek ahlâk
sâhibi idi. Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamânın büyük
velîsi Hacı Bayram hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan
ve tasavvuf yolunda yükselmek isteyen Akşemseddîn hazretleri müderrislik
görevini bırakarak, Ankara'ya geldi. Rastladığı bir kimseye Hacı Bayram-ı
Velî'yi nerede bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta yanında iki talebesiyle
gezen bir zâtı göstererek;
"İşte şu gördüğün, dükkan dükkan gezerek para
toplayan kişi Hacı Bayram'dır." dedi.
Akşemseddîn hazretlerinin yüzü buruştu kalbi
sıkıntıyla doldu. Demek meşhur velî Hacı Bayram dükkan dükkan para topluyor,
buralara kadar kendimi boşuna yormuşum diyerek oradan uzaklaştı ve meşhur velî
Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak gâyesiyle Haleb'e doğru yola
çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn Haleb'e bir konak mesâfeye geldiğinde bir
hana indi. Sabah, elleri yüzünde korku, şaşkınlık ve dehşet içerisinde uyandı.
Hâlâ gördüğü rüyânın etkisi altındaydı. Sabah namazını edâ eden Akşemseddîn izi
üzerine, Haleb yerine tekrar geri Ankara istikâmetine döndü. Oysa Haleb'e bir
saat kalmıştı. Onu geri döndüren, Akşemseddîn hazretleri ile ilgili bir rüyâ
idi ve hep bu düşün tesiri ile yürüyordu.
Rüyâsında boynuna takılan bir zincir Hacı
Bayram'ın elindeydi. Akşemseddîn, Haleb'e gitmek istedikçe Hacı Bayram zinciri
çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ tâbiri gerektirmeyecek kadar
açıktı. Akşemseddîn hızla Hacı Bayram'a gelirken; "Ne yaptım ben" diyerek kendi
kendine söyleniyordu. Ankara'ya gelip, Hacı Bayram-ı Velî'nin dergâhına
ulaşınca, onun talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu,
fakat Hâcı Bayram hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarlada
çalıştı. Yemek vakti gelince, Akşemseddîn'in yüzüne bakmadı. Hacı Bayram,
hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti, artığını da köpeklerin çanağına
döktürdü. Akşemseddîn, bir onlara bir de kendine bakarak, nefsine; "Sen buna
lâyıksın!" diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeye başladı. Hacı
Bayram-ı Velî, onun bu tevâzusuna dayanamayarak; "Köse, kalbimize girdin, gel
yanıma!" diyerek gönlünü alıp sofrasına oturttu. Sonra;
"Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar."
dedi. Akşemseddîn buna çok sevindi ve kendini onun irfan meclisine verdi.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Akşemseddîn'i diğer
talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi tuttu. Nefsini terbiye ve ıslah
etmekte büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi günde bir kaşık sirkeden
başka bir şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün bunlardan memnun ve hattâ
kendisi daha fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin istediği şeyleri yapmamakta
şeyhinin kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki şiddet derecesini kendi
isteğiyle artırdığı zaman Hacı Bayram hazretleri ona:
"Yâ Köse nice riyâzet eylersin, nefsin
isteklerinden sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât ettikten sonra seni
kabrinde bulamazlar!" dedi.
Böylece Akşemseddîn hazretleri kısa zamanda
tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram hazretlerinden
icâzetini, diplomasını aldı.
Onun kısa sürede icâzet alması bâzılarına zor
geldi. Hacı Bayram-ı Velî'ye;
"Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az
müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Hikmeti nedir?" diye sordular. Hacı
Bayram-ı Velî de;
"Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne
görüp duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi anladı. Fakat
yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve
duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi
budur." cevâbını verdi.
Akşemseddîn hazretleri, hocası Hacı Bayram-ı
Velî'nin ileride bir büyük fethin mânevî fâtihliği müjdesine de nâil oldu.
Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tahsil ve
terbiyesiyle irşâd makâmına yükselen Akşemseddîn hazretleri önce Beypazarı'na
yerleşti. Orada bir mescid, bir değirmen yaptırdı. Halkın etrâfına toplanması
üzerine İskilip'te Evlek'e oradan da Göynük'e gelip mekân tuttu. Birgün bir
kişi gelip, Akşemseddîn'e bir mikdâr mülk bağışladı. Akşemseddîn hazretleri o
yerin üzerine gelince, tebessüm etti. "Niçin tebessüm ettiniz?" diye sordular.
O da;
"Otuz sene kadar önce seyâhat ederken, yolum
buraya düşmüştü. Görünce gönlüm buraya meyil etmişti. Gönlümden geçen bu arzu,
otuz yıl sonra gerçekleşti. Onu hatırladım ve tebessüm ettim." cevâbını verdi.
Hacı Bayram hazretleri Ankara'da fenâ âleminden
bekâ âlemine göç etmek üzere iken; son sözleri:
"Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi
yıkasın. Bu haberimi ona iletirsiniz!" oldu ve vefât etti.
O sırada Akşemseddîn orada değildi ve nerede
bulunduğunu kimse bilmiyordu. Talebeler ile Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları,
merak ve hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler;
"Hacı Bayram-ı Velî'nin bu sözü, ölüm hâlinde
söylenen sözlerdendir. Buna pek îtibâr edilmez." dediler. Kararsız ve üzüntülü
bir halde yollara bakarlardı. O esnâda; "Akşemseddîn geliyor!" diye bir ses
işitildi. Halk Akşemseddîn'i karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da vasiyet
üzerine yıkayıp namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî'yi defn etti.
İşler bitince, Hacı Bayram-ı Velî'nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve
otuz bin akçesini ödemeyi vâdetti. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları
ile dostları ödediler. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz
binini ödedi ve geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn'e gelerek hepsini
istedi. "Birkaç gün müsâade et." dediyse de, faydası olmadı. Sert ve küstah bir
şekilde bir dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz üzerine fevkalâde
müteessir olan Akşemseddîn hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Evin önünde bir
bahçe vardı. Ona;
"Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını
alma!" dedi.
O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor:
"Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı
bir ot vardı. Her yaprağın üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak
vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe
topladım. Fakat yaprakların üzerinden bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm.
Bahçenin içi de akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayrette kaldım. Dışarı
çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn'in önüne koydum. "Bu akçeleri size bağışladım."
dedim, yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi."
Akşemseddîn hazretleri hocasının vasiyetini yerine
getirdikten sonra tekrar Göynük'e geldi. Burada da bir mescid ve değirmen inşâ
eyledi. Bir yandan oğullarının, diğer taraftan da kendisine intisâb edip gönül
veren talebelerinin tâlim ve terbiyeleriyle uğraşıyordu.
Tıb ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddîn
hazretleri çeşitli hastalıklara, hangi otlardan hazırlanan ilaçların iyi
geleceğini bilirdi. Bu husustaki ilmi dillere destan idi. Bulaşıcı hastalıklar
üzerinde de çalışmalar yaptı. Çünkü o devirde salgın hastalıklar binlerce
insanın ölümüne sebeb oluyordu. Akşemseddîn hazretleri, etkileri bakımından
kansere benzeyen seretân denilen bir hastalıkla da uğraşmıştı. Tıptaki şöhreti
o dereceye vardı ki birkaç defâ Edirne sarayına çağrıldı.
Talebelerinden Şeyh Mısırlıoğlu Abdurrahîm
anlatıyor:
"Hocam Akşemseddîn ile Edirne'ye gitmiştik. Sultan
Murâd Hanın kazaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya dâvet ettiler.
Sultanın tabibleri Süleymân Çelebi'nin etrafında ona ilâç veriyorlardı. Hocam
tabiblere bunun hastalığı nedir? diye sordu. Onlar;
"Şu hastalıktır." diye cevap verdiler. Hocam;
"Buna Sersam ilâcı yapmak lâzımdır." buyurdu.
Tabibler;
"Bunun hastalığı o değildir amma sen yine o ilâcı
ver." deyip gittiler. Ben çok üzülmüştüm. Zîrâ hocamın hastalığa tam vâkıf
olamadığını zannetmiştim. Hocam divitle kalem istedi, reçetesini yazdı.
İlaçlarını hazırladı ve Süleymân Çelebi'ye verdi. Aradan kısa bir zaman
geçince, Süleymân Çelebi'de sıhhat alâmetleri belirdi ve iyi oldu."
Yine Fâtih Sultan Mehmed Han'ın kızı Gevherhan
Sultan hastalanmıştı. Tabibler tedâvide âciz kalıp özür dilediler. Sonunda
Akşemseddîn hazretlerine mürâcaat edildi. Onun yazdığı ilâç Allahü teâlânın
izni ile iyi geldi.
İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına
çıkan genç pâdişâh Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını
tamamladıktan sonra şehre doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda
bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî,
Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte
orduya katıldılar. Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu
kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm
âlemince mukaddes bir gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa
talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve
evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Fâtih Sultan
Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı
tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan
red cevabı alınca, şehri kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice
elde edilememesi bâzı devlet adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin
alınamayacağını, üstelik bir Haçlı ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını
sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri
fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı
Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un fethini şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü
biliyor ve tahakkuk edeceğine kalpten inanıyordu.
Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan
asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre
girmeye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslümanlar
üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;
"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker
kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi.
Fethetmek ümidi kalmadı." dediler.
Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn
Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e göndererek;
"Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer
bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:
"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler
bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."
Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip,
Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip;
"Vaktini tâyin etsin." dedi. Akşemseddîn
murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi.
Sonra başını kaldırarak;
"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü,
seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola.
Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup
gönderdi. Mektubunda;
"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder
kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden
geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve Eshâbının
sünneti budur." diyordu.
Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan
İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde
davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.
Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği
gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası
Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn;
"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu
vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle." buyurdu. Sonra çadırına
giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve
kapılarını iyice kapattırdı.
Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler,
akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla
İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in
yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in
bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan
Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek,
içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası
Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı
düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını
toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile
İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor,
gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü
teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine
döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak
abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri
de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber
efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.
Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten
sonra, İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha
tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.
İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti.
Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at
üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya
doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir
bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle
gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka,
Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn veAkbıyık Sultan gibi âlimler ve
velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan
Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet
demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;
"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne
karşılık;
Sultan Mehmed de;
"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim,
ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.
Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten
sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen
bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle
meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten
"Akşemseddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü
Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi,
Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi,
Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada
Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında;
"Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz
hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir."
buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf
etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet
ediniz." diye nasîhatte bulundu. Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki
çatal ablak sorguç takıp;
"Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun.
Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.
Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un
fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;
"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere
İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında
evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da,
Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."
Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası
Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh
Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;
"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim?
Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?"
diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;
"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf
idi." cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun
bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn
hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan
şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır
takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.
Bir gece Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn
hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn'e;
"Hocam!Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, mihmandâr-ı
Resûlullah olan Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına
yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve
bilinmesini bilhassa ricâ ederim." dedi. O zaman Akşemseddîn hemen;
"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr
görüyorum. Orada olmalıdır." cevâbını verdi. Derhâl pâdişâhla oraya gittiler.
Akşemseddîn hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa,
diğerini az öteye dikti ve;
"Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah'ın
kabridir." buyurdu. Sonra, kaldıkları yere döndüler. Fâtih Sultan Mehmed Han,
Akşemseddîn'in söylediğine inandıysa da, hiç şüphesi kalmasın istiyordu. O gece
silâhdârına;
"Gidin, Akşemseddîn'in diktiği çınar dallarının
ortasına şu mührümü gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin."
dedi. Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn'den, hazret-i Hâlid'in kabrinin
yerini tekrar tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler. Akşemseddîn silahdarın
diktiği dalların dikildiği yere bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve;
"Dalların yeri değiştirilmiş, hazret-i Hâlid
buradadır." dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben;
"Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine
teslim edin." dedi. Akşemseddîn hazretleri, silâhdâr ağanın gizlice gömdüğü
pâdişâh yüzüğünün de orada olduğunu kerâmetiyle anlamıştı.
Bunun üzerine Fâtih, Akşemseddîn'e;
"Kalbimde hiç şüphe kalmadı. Ama tam inanmam için
bir alâmet daha gösterir misiniz?" dediğinde, Akşemseddîn:
"Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca,
üzerinde; "Bu Hâlid bin Zeyd'in kabridir." yazılı bir taş vardır." dedi.
Kazdılar, Akşemseddîn'in dediği gibi çıktı. Bu hâli gören Sultan Fâtih'in
vücûdunu bir titreme aldı. Bu hâl geçince Fâtih; "Zamânımda Akşemseddîn gibi
bir zâtın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum
sevinçten az değildir." diye şükr etti.
Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb Ensârî'nin
kabr-i şerîfinin üzerine bir türbe ve Akşemseddîn ile talebelerine mahsus
odalar, bir de câmi-i şerîf yaptırdı. Akşemseddîn'den orada oturmalarını ricâ
etti. Fakat o, bu teklifi kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük'e döndü.
Akşemseddîn hazretleri Göynük'e geldikten sonra
yine talebe yetiştirmeye ve insanları irşâda başladı. Sultan Fâtih'le ilgisini
kesmeyip zaman zaman Edirne'ye ve İstanbul'a geldi ve pâdişâhı ziyâret etti.
Gönderdiği mektûblarla ikaz ve tavsiyelerde bulundu. Bir mektubunda Fâtih'e
şöyle nasihat etmektedir:
"Bir dünyevî râhat ve cismânî lezzete, bir de
uhrevî rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki türlü hayat tarzı vardır. Birincisi
ikinciye bakarak değersiz ve geçicidir. Şu halde ona iltifât etme. Esâsen
peygamberlere, velîlere, halîfelere rahat değil, cefâlar ve müşkiller lâyıktır.
Sen de onların yolundasın. Nasîbinden elem değil zevk duy... Sen herhangi bir
insan gibi değilsin, memleketin durumu, senin durumuna bağlıdır. Bedende
görünen her şey ruhun eseri olduğu gibi, memlekette meydana gelen şeyler de
Fâtih'in eseri olacaktır. Çünkü bedene oranla ruh ne ise, memlekete oranla
sultanlar da aynı şeydir."
Akşemseddîn Göynük'te 1459 (H.863) yılına kadar
yaşadı. Pâdişâhın kendisine gönderdiği bütün ihsan ve hediyeleri hayır
işlerinde kullanmak üzere vakıflar kurdurdu. Bir taraftan da oğullarının
terbiyesi ile meşgul oldu.
Birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;
"Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu
zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim." deyince, hanımı;
"A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin." dedi.
Bunun üzerine Şeyh hemen:
"Göçeyim." deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı.
Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ eyledi. Yâsîn sûresi okunurken sünnet
üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük'teki târihî Süleymân Paşa Câmiinin
bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir türbe içine
alındı.
Akşemseddîn, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar
arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları
şunlardır: Muhammed Sadullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed
Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûr-ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah.
Meşhûr halîfeleri ise: Muhammed Fazlullah, Harizatü'ş-Şâmî Mısırlıoğlu,
Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim Tennûrî'dir.
Akşemseddîn hazretleri sohbetlerinde ve vâzlarında
buyururdu ki:
"Her işe Besmele ile başla. Temiz ol, dâim iyiliği
âdet edin. Tembel olma, namaza önem ver. Nîmete şükr, belâya sabr et. Dünyânın
mutluluğuna mağrûr olma. Kimseye kızma, eziyet ve cefâ etme. Ömrün uzun olsun
istersen, kimsenin nîmetine hased etme. Kimseyi kötüleyip, atıp tutma. Senden
üstün kimsenin önünden yürüme. Dişin ile tırnağını kesme. Ayakta pantolon
giymekten sakın. Misvâkı başkasıyla berâber kullanmak uygun olmaz. Çok uyumak
kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık
ol, seher vakti tilâvet kıl, Kur'ân-ı kerîm oku. Dâimâ Allahü teâlâyı zikret.
Kendini başkalarına medhetme. Nâmahreme bakma, harama bakmak gaflet verir.
Kimsenin kalbini kırıp, virân eyleme. Düşen şeyi alıp temizleyerek yersen,
fakirlikten kurtulursun. Edebli, mütevâzî ve cömerd ol. Tırnağınla dişini
kurcalama. Elbiseni, üzerinde dikmekten sakın. Cünüp kimse ile yemek yemek gam
verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebeb olur."
"Velî, insanlardan gelen sıkıntılara katlanıp,
tahammül eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler, belâlar yüzünden şikâyetçi olmaz
ve adâvet beslemez, düşmanlık tavrı takınmaz. O, toprak gibidir. Toprağa her
türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"O insanlar sandılar mı ki, (sâdece) îmân ettik demeleriyle bırakılacaklar da
imtihâna çekilmeyecekler." (Ankebût sûresi:2)
Îmân, taklîd ile, babadan ve dededen görerek, sırf
îmân ettim demekle olmaz. Böyle taklid ile inanan kimseler, imtihân olunması
bakımından belâ ve musîbetlere düçâr olmazlar. Belâ ve musîbetler, Allah
dostlarının muhabbet ve sevgisini artırır. Nitekim altın için ateş ne kadar
kızgın olursa, altını o derece saf ve hâlis yapar. Bu sebeble kişi mânevî
mertebesinin yüksekliğine göre büyük veya küçük belâ ve musîbetlere uğrar.
Nitekim Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
"Kişi, dînindeki sebâtına göre belâya (imtihâna)
mübtelâ olur. Âfiyet, kıymetini bilmeyen kimse için derd gibidir. Belâ, kadrini
bilen için devâ gibidir." Belânın, insanın Rabbine dönmesini sağlayan
sıkıntıların kadrini bilen, Hakkı gerçekden sevenlerdendir. Taklid ile sevenler
değillerdir. Çünkü taklid ile sevmek, belanın, imtihânın faydasını giderir.
Sevilenin hareketi, gerçek muhabbeti bozmaz. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm,
Fir'avn'ın sarayında Âsiye Hâtun tarafından büyütülürken, Âsiye Hâtun onu
gerçekten seviyordu. Fir'avn ise, Âsiye Hâtunu taklid ederek seviyordu. Âsiye
Hâtun gerçekten sevdiği için, onun hareketlerinden incinmiyordu. Mûsâ
aleyhisselâm Fir'avn'ın sakalını tutup çekince, Fir'avn'ın sevgisi gerçek sevgi
olmadığı için, hemen rahatsız oldu."
"Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı,
mihnetlere, belâ ve musîbetlere sıkıntılara sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu
mihnet, dünyâlığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur.
Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle iyilikleri; yâni sabır, tevekkül,
kanâat ve hilm, yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan
insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi
temizlenir. Belâ günlerinde, belâ geldiğinde Eyyûb aleyhisselâmın kulluğu iyi
bir kulluktur.
"Kulluk beş kısımdır: Birincisi ten kulluğudur.
Bu, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır.
İkincisi; nefs kulluğudur. Bu kulluk, nefsi terbiye etmek, ıslâh etmek,
mücâhede ve nefsin istemediği şeyleri yapmak, riyâzet çekip nefsin istediği
şeyleri yapmamaktır. Üçüncüsü; Gönül kulluğudur. Bu ise, dünyâdan ve dünyâda
bulunan şeylerden yüz çevirip, âhirete yönelmektir. Âhirete yarar iş yapmaktır.
Dördüncüsü; sır kulluğudur. Bu, her şeyi bırakıp, tamâmen Allahü teâlâya dönüp,
O'nun rızâsını kazanmaktır. Beşincisi; can kulluğu. Bu kulluk, müşâhedeye ermek
için kendini Allah yoluna vermekle olur..."
"Mânevî huzûra ermek ve bu yolda ilerlemek için
dört şey lâzımdır. 1. Az yemek, 2. Az uyumak, 3. Halka az karışmak, 4. Allahü
teâlâyı çok zikretmek."
NE SEN
GÖRÜRSÜN NE DE BEN
Osmanlı Sultânı İkinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı
Velî'yi son derece severdi. Fırsat buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Bir
defâsında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile berâber Hacı Bayram'a gelip,
elini öptüler. Sultan Murâd Han, sohbet sırasında Hacı Bayram'a;
"Efendim, İstanbul'u alıp, kâfir diyârını İslâm'ın
nûru ile nûrlandırarak, çan çınlamaları yerine ezân seslerinin yükselmesini
arzu ederim. Bu hususta duâlarınızı beklerim." dedi. Hâcı Bayram-ı Velî;
"Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde
etsin. Yalnız, İstanbul'un alındığını sen ve ben göremeyiz." dedi, sonra da,
şehzâde Mehmed ile Akşemseddîn'i göstererek;
"Ama şu çocukla bizim köse görürler." buyurdu.
BİZİM
TATTIĞIMIZI TADARSAN
İstanbul'un fethinden sonra, Fâtih Sultan Mehmed
Han, hocasını ziyârete gitmişti. Sohbet esnâsında;
"Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük
yardımlarınızla İstanbul'u fethettik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe kabûl
buyurmanızı istirhâm ediyorum." dedi. Akşemseddîn hazretleri;
"Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak
olursan, saltanâtı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Dîn-i İslâmı
yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri
için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle pâdişâhlığın bir arada
yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabûl edersem, düzen bozulabilir,
halkımız perişân olabilir. Bunun vebâli büyüktür. Allahü teâlânın gazâbına
mâruz kalabiliriz." diyerek, teklifini reddetti. Bunun üzerine Fâtih Sultan
Mehmed Han, hocasına iki bin altın hediye etmek istemiş ise de, bunu da kabûl
etmedi.
1)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.271
2)
Fâtih'in Hocası Akşemseddîn, Hayâtı ve Eserleri
4)
Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.164
5)
Nefehât-ül-Üns; s.684
5)
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.12
6)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.251
7)
Şakâyık-ı Nûmâniyye Tercümesi; s.240
8)
Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.158
9)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.983
|