Orta Anadolu Evliyaları kitabından alınmıştır.
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı,
son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale
kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara
yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup
seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu
zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası Seyyid
Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi.
Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden
anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini
yaymada gayretli ve çok cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda
Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan
Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona
Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece,
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ
hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid
Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna
Abdülhakîm ismini verdi.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının
yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o
zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında
yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm,
ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf
dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet
verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine
tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime
döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının
on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde
risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete
düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz
ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı
bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh
ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye
girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür
kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden
büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle;
"Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat
sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı.
Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen
cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir
buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye
geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek
yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası
yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini
tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek
rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi
dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi
hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için
böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine
işârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ
gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum.
Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim.
İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği
fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir
rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin
halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü.
Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım."
buyurmuştu.
Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878
(H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve
hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ
gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid
Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams
çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid
Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini
onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye
bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir
gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım
cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i
emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç
olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın
tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid
Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1882
(H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de tasavvufta
Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden
sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan,
Nakşîlikten mezun olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye
tarîkatlerinden de mezun sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi
Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve
Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.
Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm
Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle
anlatmaktadır:
Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak,
bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve
sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı,
yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok
âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla
doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst
kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle,
sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim
adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin
bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim nûruyla
aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde
müftî olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını
tedârik ederek evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin
gayretleri sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma
bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac
vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber efendimizin
kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât
vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü
saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken,
sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber
Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzûrunda bir
selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki
rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir
daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:
"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun,
bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin
huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den
dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı
ile anlattı.
Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında
büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte
vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri kendisine:
"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından
Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun
olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim."
buyurdular.
Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından
dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914
yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek
Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak
masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât
şöyle nakletmektedir:
Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların
mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle
yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı
sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka
çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri
alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe
yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir
saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve
çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi
tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret
yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele
geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri
görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki
bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren
bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç
bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum
taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana
gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni
fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve
kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar
takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi
açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde
hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları,
kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü
meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik.
Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden
ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta
olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın
rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4
amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim
ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş
bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre,
aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri,
bedelsiz olarak bize ihsan edildi.
Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra,
ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene
otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.
Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda
bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş
bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz
elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla
aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz
nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da
kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918
senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri
Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi
tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı
Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada
toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik.
Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra
Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile
vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından
Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da
tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede
hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye
başladı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve
tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve
devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde,
dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o
bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar,
sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç
işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak
sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını
anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu
bilgilerin mütehassısı idi.
Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever,
takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle
anlattı:
Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş
savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip
çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El
melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve
seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş
vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın
selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı
milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve
duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti
teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya
gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı
şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid
Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din
adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle
nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın
kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık
birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber
verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan sizi
istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri
dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin
seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler.
Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil
hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve
ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane
verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç
karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri
kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı.
Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam görüş, o
günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır,
konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması,
kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete ve Resûlullah
efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye
yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu
otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol
tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ
elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere
idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin
üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük
velîden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan
bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun
mutlaka namaz kılın." buyururdu.
Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı kaybetmektense,
dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."
Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;
"Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu
taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.
Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından
bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;
"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden
mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mâliktir." buyurdu.
Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında
İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;
"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak
için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı bulabilir."
buyurdu.
Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde
otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim
geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına tanıdıkları
bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra; "Efendim. Duâ edin de
Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da cevâben:
"Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu
haber vereyim. Hani nerede o ümmet!" buyurdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi
iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî
hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok
yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede
oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri
anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz
daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise
kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş
talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı
anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca
şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim.
O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir
Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk.
Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı
baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin
içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında
çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik. Gördük
ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu
kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin,
deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. Şimdi
dağılmış."
Yine Şakir Efendi naklediyor:
İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki
yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve baba çocuklarını kapmış,
haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna duâ etmesi için
getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri
çocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden
cevap verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler
içinde sevinç gözyaşları döktüler.
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip;
"Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla
geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere
yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakîm
Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular.
"Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim
kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim.
"Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine;
"Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile
hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya
kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle,
yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan
sonra azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun
da ne ilgisi var diye geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin
damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise
kenardan düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm
Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar
hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle antalır:
Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb
Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine
girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstünde oturduk.
"Yanıma sokul, gözlerini kapa." buyurdu. Gözlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb
Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri
yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben
işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi. Açtım. İkimiz sandukanın
yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi.
Anlattım. "Ben hayatta iken kimseye söyleme." dedi. Bunu vefâtından yirmi dört
sene sonra anlatıyorum.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir
gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünyâ Harbine
girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzûrlarında
savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve
avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe
sürüklenmek mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum.
Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci
Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesîka usûlü çıkmasa."
Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesîka usûlü milleti
kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş,
müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlünü
beklemezken "O olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.
Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar
oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine
düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar attık. Ayıldı. Fakat aklî
melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve
akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir
rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ
çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim.
Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar.
Sâdece; "Mahzûnum, mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle
ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî
bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık
yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi, birâderzâdeleri olan Fâruk Işık
Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden
iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.
Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden
bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın âşikâr olduğu yerlere zelzele ile
cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu mânâyı anlayamamış,
ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki:
"Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner."
Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap
kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver." buyurdular. Eve gittim.
Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap
verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları
evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım.
Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde
mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı
evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi
terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde
olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem,
Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar ve îzâh
ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap okutup, kendileri
îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin hep
ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm
Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı.
Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi
bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme
çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda,
kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş,
bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler
de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçed
yalnız oturuyorlardı. Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu
ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim.
"Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları
farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya
kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık
istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de
manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın
efendim." dedim.
Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup,
yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ Rabbî! Zamânımızın kutbunu
imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi zuhûr eder, atın
dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur.
Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz
sene sonra, Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir
yerden tanıyacağım diye düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin
yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi
fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifçe söyler. Gözyaşlarını
tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven
ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden eczacılığı seçmesini istedi. Talebe
tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise onun Eczacılığa geçme
isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs ettiği takdirde
haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde
Fâtih Câmii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta
annesi diğer tarafta ise canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir
düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre etmeye karar verdi.
Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına yaklaşarak; "Efendim size
bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi üzerine; "Ben
tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar.
Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini
söylediler. Ne yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım
senin hocan öyle bir kimsedir ki, bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü
tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha
sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi hazretlerinin
talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra
anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek
öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar
teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara
çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın
dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek
namaz kılmak zorunda kaldım.
Buyurdular ki:
Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği
boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.
Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun
dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı ile değildir. İlâhî hikmet öyle
gerektiriyor demektir.
Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen
söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.
Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse,
hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru,
seâdeti kazandıran bilgilerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin
içindedir.
Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona
kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez.
Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl
ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsânıdır.
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde,
ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâmın vekârını, kıymetini
gösteriniz.
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın,
zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip
sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.
Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister
sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun dilediğidir.
Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin;
bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.
Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ
içindedirler.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân
eksikliğidir.
Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı
Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii
kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına sebeb oldu. Bunların tahriki
ile Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Bir müddet
Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları,
kendilerinin Bursa'ya nakli veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse
geçtilerse de her defâsında red cevâbını aldılar. Nihâyet Ankara'ya nakline
müsâde çıktı. Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Velî civârında,
biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta
olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27
Kasım 1943 (H.1362)'te vefât ettiler. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.
Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple
yakınları mübarek nâşın İstanbul'a nakli için resmî makamlara başvurdular.
Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları içinde ölenlerin asrî mezarlığa
gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve üzgün bir
durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.
O sırada evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim
olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak sakallı bir adam:
"Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır.
Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır." dedikten sonra dönüp gitti.
Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu ve ortadan kayboldu.
Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin evinde
gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten sonra Ankara'nın kuzeyinde ve 24
km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi. Telkinini kimin vereceği,
oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; "Babam Hilmi'yi çok severdi.
Onun sesini iyi tanır. Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Böylece telkin vermek
ve kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.
Ağlasın kan ağlasın her müslüman
Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân
Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân.
Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu
gibi âfetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim
Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet görmediklerini beyan
etmişlerdir.
Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve
İslam Hukuku Erriyâz-ut-Tesavvufiyye isimli eserleri mevcuttur. Ayrıca
talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok mektupları vardır. Arabi,
Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır.
Abdülhakim Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı.
Oğullarından Enver Bey hicret esnasında 1918'de Eskişehir'de vefat etti. İkinci
oğlu faziletli Ahmed Mekki ÜçışıkEfendi İstanbul'da Kadıköy müftiliğinde
bulunmuştur. 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum
kabristanındadır. üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul belediyesinde uzun seneler
çalışmış, doğruluğu, çalışkanlığı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve
sevgisini toplamıştır. 1979'da vefat etti. Kabri Bağlum'dadır.
Kızlarından Şefia Hanım da hicret sırasında
Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâide hanım
hayattadır. (1992)
NİÇİN OKUTMUŞ?
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden
bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!"
buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir
daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!"
buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri
tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice
anlamıştım. Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için,
Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir
yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği
kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım.
Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık
kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.
1)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1023
2)
İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.34-73
3)
Başbuğ Velîlerden; s.336-351
4)
O ve Ben
5)
Eshâb-ı Kirâm; s.164-166, 287-293
6)
Son Devrin Din Mazlumları; s.319-336
7)
Şerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; s.160-164
8)
Cihâd Önderleri-I; s.125-131
9)
Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.25
10)
Sefînet-ül-Evliyâ
|