Tanınmış büyük evliyâdan. Asıl adı Muhammed,
lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn,
Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır.
Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn
Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ
bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207
(H.604) senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu.
1273 (H.672) senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti.
Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline
başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti.
Mânevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım
hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür,
evliyânın ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi
verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren tanımadığı
bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp
solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin ve velîlerin
oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnûn kalırdı. Ancak, aklına
bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla meşgûl olmaları
için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed'e görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği
velî kullarıdır. Şefkat ve merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet
ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip
gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür.
Kendisini zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için
sizler, onun heyecanlanmasına engel olun." derdi.
Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden
Bedreddîn anlatır: "Hocam Muhammed Behâeddîn Veled'in mübârek el yazısı ile
yazılmış bir sayfada şu notları gördüm: "Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş
yaşında iken, Cumâ günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ
Kur'ân-ı kerîm okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır
bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında
kalırlardı. Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki
dama atlayalım." deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara
gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar
da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle
uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz
göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım." diye cevap verir.
Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmaya başlar.
Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık koparırlar. Nihâyet herkesle
birlikte ben de bu hâdiseyi işittim. Çocukların yanına gittim. Biraz sonra
Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar
dönüp geldi. Bütün çocuklar, Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler. Oğlum onlara
dönüp; "Sizinle konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan
aldı. Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş
şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni
buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve
muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim." dedi.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri mübârek
oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı
hasetçiler onun hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye
zarar dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp
Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i
Attâr hazretleri kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O
sırada küçük yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr
yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn
rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap
yazacağına işârettir." buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr
da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz." diyerek;
Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve
kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn'de
ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona
dua etmişti.
Bir müddet Nişâbur'da kalan Behâeddîn Veled
hazretleri ve Mevlânâ Celâleddîn, daha sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a
gelip Mustansıriyye Medresesine yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu
Mevlânâ Celâleddîn'in ve talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Behâeddîn
Veled hazretleri bâzı gecelerde oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi. Mevlânâ
Celâleddîn de yatağından kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medresenin
kapısına gelince kilitli kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de
Dicle'den kabına suyu doldurur, babasının odasına getirirdi. Medreseye
gelişinde kapı kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu
hâdiseye vâkıf oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası bunu
duyunca, o kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun."
buyurdu. Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine
söz verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri daha
sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve
Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a,
oradan da Lârende'ye (Karaman'a) gelip yerleştiler.
Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr
Mûsâ'nın kendisi için yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi
sene kadar talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her
tarafa yayıldı.
Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip
bülûğ, evlenme çağına erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin
kızı Gevher Hâtunla evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu
Sultan Veled dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve
ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.
Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası
Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya'da
oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine
Behâeddîn Veled hazretleri Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola
çıktı. Kervan Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı.
Atının dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın
dizginleri sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Behâeddîn Veled ve
yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.
Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti.
Konya'da iki seneyi doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın
rahmetine kavuştu. Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının
halîfesi, vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi. Dokuz
sene kadar husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.
Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında,
terbiyesiyle meşgul olan ve kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid
Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen
talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir gün talebeleriyle sohbet ederken
birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını
kılalım." diyerek, talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar.
Ondan sonraki gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası
Sultân-ül-Ulemâ; "Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm
et!" emri üzerine yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de
bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini duyunca,
derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn, zâhirî
ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı mârifet, Allahü teâlâyı tanıma
ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet,
nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede, nefsin istemediği ve ona zor gelen
şeyleri yaptırmaya başladı. Bir müddet sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki
âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep
ve Şam'a gönderdi. Kendisi de Kayseri'ye gitti.
Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için
Şam'a giderken, Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı.
Papazlar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce,
bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye,
Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini
muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. "Beni kurtarın, yoksa düşüp
öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; "O
yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa,
muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister istemez Mevlânâ'ya yalvardılar.
Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır." buyurdu.
Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi.
Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi müslüman olmakla
şereflendi.
Mevlânâ hazretleri, Halep'te el-Halâviyye ve
Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin
Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî
gibi zamânın âlim ve velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların
teveccühlerini kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır
aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır
aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh,
mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî
ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet içinde,
Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi. Seher
vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi akardı.
Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla tutuşurdu. Tasavvuf
ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî,
hocalarından icâzet, diploma alıp, önce Kayseri'ye hicret eden Seyyid
Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun feyz ve teveccühlerine kavuşup,
duâsını aldı. Oradan berâberce Konya'ya döndüler.
Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlânâ'nın dört
senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf
yolunda riyâzete ve mücâhedeye devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret
mikdârı kullanırdı. Ona; "Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz.
Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün
açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur." buyurdu. Mevlânâ
hazretlerinin, on beş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin
istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının
yanına gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin
altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek
artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek nefsiyle
mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle
ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi.
Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan
Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa
hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük
mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır.
Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere
kavuşursun. O, seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı
âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki
dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm."
buyurdu. Mevlânâ hazretleri hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber kalmaları
için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn
hazretlerini Kayseri'ye uğurladı. Kayseri'de bir müddet yaşayan Seyyid
hazretleri, bir gün abdestini alıp hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve dışarıda,
Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır." buyurdu. Hizmetçi dışarı çıkınca,
Seyyid hazretleri secdeye kapanarak; "Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum.
Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve arzuma bağışla. Lâ
ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah." dedi ve rûhunu teslim etti. Hizmetçinin
haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretlerine haber salındı. Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı
kılınıp, defn işleri halledildi. Mevlânâ hazretleri haberi işitince Kayseri'ye
geldi. Hocasının kabri başında Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna
bağışladı. Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu
kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de
vardı.
Mevlânâ hazretleri o sıralarda Konya'ya yerleşmiş
bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî
hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine kavuştu. Mânevî
yolda yüksek derecelere ulaştı.
Hocası Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır:
"Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile
medreseyi teşrîf etmişlerdi.Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz
Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr!
Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği
ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim
oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz
bu rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret
buyurdular. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini
anlamaları için anlattım."
Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve
Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir
seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif
etti. Bunun üzerine Mevlânâ; "Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam,
kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" deyince, Sadreddîn hazretleri;
"Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz." buyurup, seccâdeyi
oradan kaldırdı.
Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri
de Şems-i Tebrîzî'dir. Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin
talebesi idi. Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere
yükseldi. Lâkin daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu. Şems-i Tebrîzî
seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için
duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya'da
bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması îcâbettiği
bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle dosta canım fedâ
olsun." dedi. Konya'ya gelip, Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada
geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür
ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı
önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i
Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi
kendisine de; "Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç
görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken, âniden atının
yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin
sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O
kimse; "İsminizi öğrenmek istiyorum?" deyince, o da; "Celâleddîn Muhammed."
diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed
aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir
soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm
efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı."
buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki Muhammed aleyhisselâm; "Biz
seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî;
"Sübhânî." "Benim şânım ne yücedir." diye söyledi. Bunun hikmetini söyler
misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi:
"Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar
mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi
dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ Rabbî!
Verdiğin bu nîmetleri daha da artır." derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin
kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecellî
ile dolup taşardı". Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî; "Allah!" diyerek
yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i
Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı,
kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeple
evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini
söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey Muhterem efendim!Gerçi evimiz
size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım.
Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da
evlâtlarınızdır." diyerek hizmetine koşmaya başladı.
Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun
sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor,
talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu.
Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi.
Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları
üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek
muhabbetlerini tâzelerlerdi.
Bir gün Şems-i Tebrîzî hazretleri, havuzun başında
Mevlânâ ile sohbet ediyordu. Mevlânâ bir hizmet için oradan ayrıldı. Şems-i
Tebrîzî de Mevlânâ'nın kitaplarını havuza attı. Bir değnek ile de suyun dibine
bastı. Mevlânâ hazretleri oraya geldiğinde kitapları suda görünce çok üzüldü ve
"Diğerleri ne ise, Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin hâtırası olan
Mantık-ut-Tayr kitabı ıslanmasaydı." diyerek âh etti. Bunun üzerine Şems-i
Tebrîzî hazretleri, kolunu sıvayarak havuza soktu. Kitabın birisini sudan
çıkardı. Çıkan kitap Mantık-ut-Tayr idi ve hiç ıslanmamıştı.
Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır:
Bir gün, Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip,
kitapları sordu. Mevlânâ; "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şemseddîn, kitapları
suya attı. Mevlânâ; "Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti!" diyerek çok üzüldü.
Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ;
"Bu nasıl iştir?" deyince, Şems; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu.
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce ona olan bağlılığı daha da
artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların
hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile
görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrundan yok oldu. Onlar birbirlerine öyle
muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı.
Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit
ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyor, babam da bunları büyük bir haz
ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam Şems'e uyar
oldu. Şems, babamı bu muhabbete dâvet ettikçe, o da, Allahü teâlânın
muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an
ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam, pek büyük
mânevî derecelere yükseldi."
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu
sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen
bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye
başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki:
"Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı. Gece-gündüz hep
birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar.
Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu
olsun da, Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın.
Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in toprağı bir
olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu söylentilere Mevlânâ;
"Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse,
Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap verdi.
Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da
kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak
Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü.
Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül
edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile
yanıyordu. "Şems, Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz
yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine
gönderiyordu. Ona bir mektubunda; "Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu
olan gel. Ey sevgi ve samîmiyetini ispat eden gel. Gelirsen ne mutluluk ve
ferah. Gelmezsen ne hüzün ve akla durgunluk. Gel, sen güneş gibisin uzak ve
yakın olduğunda. Ey uzaktakilere yakın olan gel." diye yazıyordu.
Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; "Şems'i
gördüm." diye yalan söylese, ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi. Bir
defâsında birisi; "Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi."
dedi.Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer
bir kimse; "O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor." deyince, Mevlânâ da;
"Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî
haberini getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böylece aylar geçti.
Zamanla şehirdeki fitne ortadan kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye olan düşmanlıktan,
vazgeçildi. Mevlânâ hazretleri artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan
Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;
"Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O
genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından
biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu
vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm
et!" dedi. Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da,
babasının târif ettiği handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu.
Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların
tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun
üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola
çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından
yaya yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr
ettiyse, o; "Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık olmaz.
Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik." diyerek ata
binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya haberci
gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri
müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da
tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu bildirildi.
Konya'nın, başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri,
zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası
içinde, mübârek velî Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye
doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından
tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem
manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi,
atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım
eden Mevlânâ, üstâdının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu
arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir
haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin ellerini öptü. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i
Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri
Mevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim
(başım, bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan
Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle
geçirse, ona verdiğim sırra yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum
derecelere kavuşamaz." dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi
yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına
oğlundan başka kimseyi almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk,
Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine
nasîhatte bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam
tersine eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin
ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı evliyâlık
makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün
tedbirlere başvuruyordu. Ona her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı. Bir gün;
"Her kim; "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir." hadîs-i şerîfinin sırrına
vâkıf olmak isterse, Mevlânâ'nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına
baksın. Onun gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın bütün
âdet ve vasıfları toplanmıştır. Her fende emsâlsizdir. Kısaca ben ona ulaşmış
olmasaydım, mahrûm olurdum. Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu
kimse keşfedemedi." buyurdu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın
hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı. Söylenenleri, Şems-i
Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey evlâdım! Hakkımda yine sû-i zan etmeye
başlandı. Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz birliği etmişler. Bu seferki
ayrılığımın acısı çok derin olacak!" buyurdu.
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan
Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyor,
Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından
anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar.
Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin; "Allah!" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat
hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp
durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında
Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca yanına en
yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç
bozulmamıştı. Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına,
Mevlânâ pek üzüldü. Ayrılığın verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler
söyledi. Evliyâlık hâllerini, derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o
zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyemedi. Hazret-i Ali'den gelen feyz ve
bereketleri, vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî'ye
olan muhabbetinden dolayı eserinde "Şems" ve "Hâmûş" kelimelerini mahlas olarak
kullandı. Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi.
Mevlânâ hazretleri, bundan sonra talebeleri
arasına karışmaya, onlara ders vermeye, câmilerde nasihat etmeye başladı. Pek
çok velînin yetişmesine sebeb oldu. Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn
Çelebi idi. İnsanların hasta kalplerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ
olmaya çalıştı.
İlim ve fazîleti sebebiyle az zamanda, o derece
şöhret buldu ki, ilim talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için cân
atıyordu. Her zaman etrafında dört-beş yüz dinleyici bulunurdu. Evine gidip
gelirken bile, etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi.
Mevlânâ, Kitap ve sünnetten zerre kadar
ayrılmayarak, tasavvufta emsâlinden üstün oldu. Binlerce talebesi vardı. Onları
büyük bir îtinâ ile yetiştirmeye çalıştı. Zamanla talebe sayısı arttı,
medreseler çoğaldı. Büyük âlimler yetişti.
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin talebelerinin
en önde gelenlerinden biri, Selâhaddîn Zerkûb idi. Selâhaddîn, önceleri
kuyumculuk yapardı. Bir gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in dükkanının önünden geçerken,
içerden, altına şekil vermek için vurulan her çekicin; "Allah, Allah!" diye ses
çıkardığını kalp gözüyle anladı. Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkan sâhibi olan
Selâhaddîn'i medreseye dâvet edip, iltifâtlarda bulundu. Selâhaddîn,
Mevlânâ'nın sohbetlerinden çok haz duyduğundan kuyumculuğu bıraktı. Artık her
gün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ'nın sözlerini sahrâda susuz kalan kimse
gibi, damlasını telef etmeyerek âdetâ içiyordu. Mevlânâ da bu yeni talebesini
çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine çevirdi. Selâhaddîn'i,
kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti. Ona olan sevgisinden dolayı oğlu
Sultan Veled'e Selâhaddîn'in kızını isteyerek nikâh yapıp akrabâ oldu.
Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin sohbetiyle ve hizmetiyle şereflendi.
Mevlânâ'nın sağlığında vefât etti. Selâhaddîn'in vefâtına çok üzülen Mevlânâ
hazretleri, talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn'in üzerinde çok durarak, onu
kendisine vekîl olacak şekilde yetiştirdi. Çelebi Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya en
mühim yardımı Mesnevî'yi yazması oldu. Mevlânâ hazretleri, mânevî bir aşkla
edebî değeri yüksek İslâm ahlâkının üstünlüğünü anlatan ince bilgiler ve Allah
sevgisiyle dolu beytler söyledi. Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini kendisi
yazdı, diğer beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn'e yazdırdı.
Böylece daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i Şerîf meydana geldi.
Mevlânâ bir gün meclisinde bir gencin, bir
ihtiyârın üst tarafında oturduğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i
Ali'nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı,
yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın
rükûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup
durdurduğunu ve hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; "Yahûdî ihtiyara hürmet
edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla
geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında
ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir." buyurdu. Bu nasîhatı
dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafına
oturmadı.
Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti. İlim
sâhibi biri; "Bugün Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap
vereceğim." dedi. Oradakilerin nasîhatlerine rağmen, o sözünde ısrar etti. O
sırada Mevlânâ kapıdan içeri girip, söze başladı: "Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah, söylüyorum. Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap verebiliyorsan
ver." buyurdu. Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip Mevlânâ'nın elini öptü,
sâdık talebelerinden oldu.
Sultan Rükneddîn'in hanımı anlatır: "Bir gün
Mevlânâ hazretleri âniden aramızda peydâ olup; "Acele bu evden çıkın, çabuk
olun, evi boşaltın!" buyurdu. Biz hemen evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı.
Hepimiz kurtulduk. Mevlânâ'nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan
Rükneddîn, bin altını Mevlânâ'nın medresesinde okuyan talebelere dağıttı.
Bâzı beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a dâvet
ettiler. Mevlânâ; "Gitme!" dedi. İkinci dâvette sormadan gitti ve orada
öldürüldü.
İmâm İhtiyârüddîn anlatır: "Birgün Mevlânâ ile
ikimiz Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağına gidiyorduk. Ben, Mevlânâ'nın ardından yavaş
yavaş giderken, onun bir arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm.
Hayretimden kendimden geçmişim. Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ hazretleri
gitmiş. Acele ederek kendilerine yetiştim. Kulağıma eğilerek; "İnsanoğlu bir
kuştan daha mı âciz ki, havaya kalkmasına hayret ediyorsun?" buyurdu. Bağa
vardık. Sohbet esnâsında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; "İsterim ki, Şeyh
Ziyâeddîn'in dergâhı bizim Hüsâmeddîn Çelebi'nin olsun." buyurdu. Hüsâmeddîn
Çelebi; "Efendim! Başkalarının makâmında gözüm yoktur." dedi. Mevlânâ; "İyi ama
benim gönlümden öyle geçti." buyurdu. Sonra sohbet bitti. Ertesi sabah şehirden
gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, dergâhında âniden öldüğü haberini getirdiler.
İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi oraya müderris tâyin edildi."
Hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ evden kayboldu.
Hiçbir yerde bulamadık. Bir ara uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ'yı namaz kılarken
gördüm. Mübârek ayakları tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim,
onlarda kırmızı kumlar gördüm. Sorduğumda; "Mekke'de bir velî dostum vardır.
Biraz onunla sohbet ettim. O kum, Hicaz'ın kumudur." buyurdu. Bu kadar kısa
zamanda oralara gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi. Hemen anlayıp; "Allahü
teâlânın velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir." buyurdu.
Böylece tayy-i mekânı târif ettiler. Yâni kısa zamanda uzak yerlere gitmeyi ve
çok iş yapmayı anlattılar."
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden
yaptığı vasiyyetinde; kabrine Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur'ân-ı kerîm
okumasını istirhâm etti. O zât vefât edince vasiyyeti Mevlânâ'ya bildirdiler.
Mevlânâ da memnun olup, onun kabrinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Vefât eden kişinin
çocuklarından biri, rüyâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu görünce;
"Babacığım! Bu dereceye nasıl vâsıl oldunuz?" diye sordu. Babası da: "Beni
kabre koyunca Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken, oraya güzel
yüzlü bir melek geldi. Onlara; "Allahü teâlâ bu zâtı Mevlânâ'ya bağışladı. Onu
bırakınız! dedi. O günden beri hamdolsun hâlim iyidir." diye cevap verdi.
Mevlânâ'nın mübârek hanımı anlatır: "Mevlânâ
hazretleri, bir gün namaza durdu. Sükûnet ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle
Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde
bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk.
Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun
yalvarıp yakararak duâsını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya
başladım. Sonra; "Ey efendi! Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi
sensin. Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu
tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız?" diye sordum. Yemîn ederek;
"Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım
ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz
eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; "Ey Kerîm
olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu
kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî!" demek istiyorum. YoksaO'na lâyık bir ibâdeti
kim yapabilir?" buyurdu.
Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim
herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O
zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ'yı
görmek istedi. Yollara düşüp Konya'ya geldi. Konya'da yaşayan hıristiyanlar onu
karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler. Papaz süratle yetişip,
Mevlânâ'ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı. Papaza,
papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer
hıristiyanlar, Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu
karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer
Cennet'te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese
tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır." buyurdu.
Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya
ayakta durur veya dizi üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı
şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar,
talebelerine, namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyururdu ki: Belh
şehrinde bir kimse vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini
bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezânı, mütevâzî bir hâlde dinler,
bitince salevât-ı şerîfe getirir,
ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir iş karıştırmadan hemen namazını kılardı.
Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini bozmazdı. Nihâyet bir gün vefât
etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze
birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz üstü oturarak hareketsiz bekledi.
Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu
sırada onlara Allahü teâlâdan; "O kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz
tutarak hürmetle beklerdi. Siz de onu ziyâret edip aziz tutun." hitâbı geldi.
Mevlânâ, başkalarından bir şey istemeyi
talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz
değildir. Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz,
talebelerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, herkese karşı
tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El
açıp istemek bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.
Sultân Veled anlatır: "Ben, beş yaşında idim. Bir
gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: "Ben yedi yaşımda iken, nefsim
tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum." Bunu dinleyen
talebelerden biri; "Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde
görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?" dedi. Bu suâle; "Nefs,
yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını
bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar
nefsle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız." cevâbını verdi.
Önceleri Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü
anlayamayan, onun devamlı aleyhinde söz söyleyen biri bir gün rüyâsında
gördüklerini anlattı: "Rüyâmda Karatay Medresesindeki dershânenin ortasında,
Peygamber efendimizi oturur hâlde gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nûrundan
gözler kamaşıyor, Eshâb-ı kirâm da hizmet ediyorlardı. Ben huzûruna doğru
ilerleyip kendilerine selâm verdim. Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan
tabaktaki yahniden bir parça sundular. Yahniyi alarak; "Yâ Resûlallah!Etlerin
en lezzetlisi, en güzeli hangisidir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Etlerin en
iyisi, kemiğe bitişik olanıdır." O anda uyandım. Her tarafımı nûr kaplamıştı.
Büyük bir sevinç içinde Karatay Medresesine gittim. Dershânenin ortasında,
Peygamber efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ hazretleri oturuyordu. Hayretle
yanlarına yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı tebessüm ederek aldı. Daha ben
rüyâmı anlatmadan: "Sevgili Peygamberimiz; "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik
olandır." buyurdu." dedi. Mevlânâ'nın rüyâmdan haberdâr olduğunu anlayınca,
düşüp bayıldım. Ayıldığımda büyük bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl
edilmemi taleb ettim ve sarsılmaz bir îtikâd ile kendisine bağlandım."
Bir kimse rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp,
huzûruna vararak hürmetle selâm verdi. Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür
tarafa çevirdiler. O zât, öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek
yüzlerini çevirip, iltifât etmediler. O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve
sebebini suâl etti. Peygamber efendimiz; "Sen, bizim dostumuz olan Celâleddîn
Muhammed Rûmî'den yüz çeviriyorsun. Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz
evlâdımızdır." buyurdular. O kimse korku ile uyanıp hatâsını anladı. Kendi
kendine; "Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin ziyâsından kaçtın.
Bundan sonra bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla şereflenip dünyâda ve
âhirette saâdete kavuş." dedi. Hemen Mevlânâ'nın medresesine doğru, onun
talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola koyuldu. Kapıya geldiğinde,
Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı. Talebe, ona; "Beni hocam Mevlânâ
hazretleri gönderdi. Bize kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor, onu
kapıda karşılayın." dediler. "Haydi içeriye buyurun!" dedi. O kimse içeri girip
Mevlânâ'nın elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi.
Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri
gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında Mevlânâ hazretleri de vardı.
Herkese yemekler geldi. Mevlânâ'ya husûsî olarak altın bir tabak içerisinde,
bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz
olundu. Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi
yemesi için; "Helâl lokmadır, buyurunuz efendim." diye ısrâr edince,
Muînüddîn'e; "Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı
ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi. Bu
sözleri duyan ev sâhibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve
kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ'ya öyle bağlandı ki,
onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.
Emîr Ahmed anlatır: "Mevlânâ'nın ismini ve
vasıflarını işiterek ona âşık olmuştum. Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya
gitmeme, annem ve babam müsâde etmiyorlardı. Her geçen gün ona olan kavuşma
arzum artıyor fakat nasıl gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rekat namaz
kılıp, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda
bulundum. Sonra En'âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum. Rüyâmda Mevlânâ
hazretlerini gördüm. Sîmâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve
gelmişti. Onu görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm.
Beni kucaklayıp alnımdan öptü. Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir
mikdâr saçımı keserek; "Bu, Mesnevî âlimi olacak." buyurdu. Uyandığımda,
saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu. Bu rüyânın tesiri altında idim.
Annem ve babam, ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca Konya'ya
gittim ve Mevlânâ'ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde çalışmamı
emir buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu
cevaplandıracak hâle geldim."
Kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed
anlatır: "Hacca gidip vazîfemizi yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük. Hacı
arkadaşlarımızdan bir delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya
götürüyor, onun sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline
şaşıyorduk. Birgün kendisine sebebini sorduğumuzda; "Hacca giderken bir konakda
uyumuşum. Uyandığımda kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ
yolu bilmiyordum. Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım
duâlardan sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir müddet
gittikten sonra, kendimi büyük bir sahrâda buldum. İleride bir çadır vardı.
Yanına vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini gördüm. Durumumu
ona anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye sordum. Bana; "Bu helvayı
Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu Mevlânâ için pişiriyorum. Her gün buradan geçip gider.
Birazdan gelmesi lâzım. Sabredersen onu görürsün." dedi. Hakîkaten biraz sonra
Mevlânâ geldi. İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca bana da verdi.
Sonra kendisine durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ hazretleri bana
tebessüm ederek; "Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra
açınız." buyurdular. Ben gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin yanında
buldum. İşte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma tavsiyede
bulunmamın sebebi budur." dedi.
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, ticâret
maksadıyla İstanbul'a gitmek için izin istedi. Mevlânâ hazretleri de;
"İstanbul'a gitmenize izin verdim. Yalnız İstanbul'da şu adreste bir kilise
var. İçinde şu vasıflarda birini bulacaksın. Ona benden selâm söyle." buyurdu.
Tüccâr; "Peki!" diyerek yola çıktı. İstanbul'da işini hallettikten sonra,
emredilen adrese gidip kiliseyi buldu. İçinde târif edilen kimse vardı. Ona,
Mevlânâ'nın selâmını söyledi. O kimse ile konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ
hazretlerini murâkabe hâlinde oturuyor gördü. Hayretinden aklı gidip oraya
düştü bayıldı. Kendisine geldiğinde, kilisede sâdece selâm getirdiği kimse
vardı. Ayrılmak için izin istediğinde, o zât da; "Mevlânâ'ya benden selâm
söyleyiniz." diye tenbihte bulundu. Tüccar oradan ayrılıp, uzun bir yolculuktan
sonra Konya'ya geldi. Doğruca Mevlânâ'nın huzûruna gitti. İstanbul'daki
kimsenin de kendisine selâmı olduğunu söyledi. Mevlânâ'ya bunu söylerken,
Mevlânâ'nın önünde o İstanbullunun diz üstü oturduğunu gördü. Yine hayretinden
aklı başından gidip, orada bayıldı. Ayıldığında, Mevlânâ; "Ey tüccar! Bu
gördüklerini, sağlığımda kimseye söyleme." buyurdu. Bunun üzerine tüccar, bütün
malını İslâmın yayılması için harcadı ve Mevlânâ'nın huzûruna gelip talebesi
olmakla şereflendi. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaya çalıştı.
Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun Kilisesinde bir kimse
vardı. Üzerine râhip elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü
anlatır, konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle olmaya çalışırdı. Bu
arada Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı. Bir gün
kendisine; "Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın, iltifât
göstermenin sebebi nedir?" diye sordular. O da cevap olarak; "Biz Mevlânâ'nın
pekçok kerâmetlerini gördük. İsterseniz size içlerinden birini anlatayım. Bir
gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak için giderken,
kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri; "Kur'ân-ı kerîmde,
Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin meâlinde; "İçinizden,
hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e varacaktır. Bu, Rabbinin
katında kesinleşmiş bir hükümdür." buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeye göre,
müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den geçeceği bildiriliyor. Mâdem
ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli
olacaktır?" dedi. Mevlânâ; "Evet. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes
Cehennem'e uğrayacaktır. Müminler Cehennem'e uğradığında, Cehennem'in ateşi ona
tesir etmiyecektir. Hattâ Cehennem; "Ey mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi
söndürüyor." diyecektir. Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır.
Ateş, aynı ateştir. İsterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim." dedi.
Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi. Çıkarıp, kendisine
verdik. O da hırkasını çıkarıp, bizimkilerin içine sardı. Öylece fırının içine
attı. Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu. Biz
hayretle hâdiseyi tâkib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu.
Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu. İçini açtığında, bizim gömleklerimizin
hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük. Sonra Mevlânâ bize dönerek;
"Ey râhipler! İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız. Siz de böyle
uğrarsınız." deyince, hepimiz insâf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman
olduk. Her birimiz de, bundan sonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza,
hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte benim
Mevlânâ'nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur."
Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca,
talebelerine; "Bugün Mevlânâ'ya gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular
hazırlıyalım ki, hiç birisine cevap veremesin." dedi. Talebeler soru
hazırlamaya koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı
Sirâceddîn'in yanında Mevlânâ hazretleri tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn'in
yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı, talebelerine; "Mevlânâ buraya
geldi." deyince, talebeler; "Biz görmedik efendim." dediler. Bu hâl, Kâdı
Sirâceddîn'in zihnine takıldı, düşüncelere daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ
hazretleri tekrar orada göründü. Bunu kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine
selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak
için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler.
İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları geniş
olarak, yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden dona
kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü
düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ'nın talebesi olmakla
şereflendiler.
Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: "Gençliğimde
İskenderiyye'ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı,
kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar.
Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana, kurtulmak için duâ
etmemi ricâ ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın
evliyâ kullarından Mevlânâ hazretleri geldi. Hemen; "Yâ hazret-i Mevlânâ!
İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum." diye seslendim. O anda, herkesin gözü
önünde, gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı
ve kayboldu. İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik. Mevlânâ'nın huzûruna
çıktığımızda bize; "Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine
tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup, kurtulurlar." buyurdu. Bunun
üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete kavuştuk."
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya'ya
gelmişti. Konyalı tüccarlara; "Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir
müşkilim var, onu soracağım." dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ'nın
kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ'nın
nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ'nın dergâhına gittiler.
Tüccâr huzûra çıktığında; "Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın
emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye
zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum
yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm
ediyorum." dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: "Ey Tâcir! Sen,
Magrib'de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle
karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın.
Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın." diyerek,
karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan
pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine
bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; "Bu
huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına
kavuşmaktır." buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra;
"Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı
söyle." dedi. Tâcir; "Peki efendim!" deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola
koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ'nın
selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun
üzerine o mübârek zât; "Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım
taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine
affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak." deyince, tâcir işâret edilen
yerde Mevlânâ'yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle
vedâlaşıp, Konya'ya geldi ve Mevlânâ'nın talebesi oldu.
Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru
yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler
söylerdi. Bir gün talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin
gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın
sevdiği ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını
kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli,
helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz,
dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber
efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sâhib olmalı
ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum.
Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına
çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet
edenler, kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir." buyurdu.
Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi
getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; "Allahü teâlâ, bâzı
insanları su gibi latîf, mütevâzî, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu,
bâzılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır,
meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O
sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa
gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu
arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi
tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi
öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap
kazanacaktır. Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş
olacaksınız." buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak
gayretiyle hemen barıştılar.
Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu.
Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o kimseye; "Eğer sana, âzâlarından birini
kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?" diye sordu. O da;
"Hayır, râzı olmam." diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Ey
kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette
bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var
iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân
eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen "Nîmetlerimin
kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım." (İbrâhim
sûresi: 7) buyurdu.
Mevlânâ hazretleri bütün işleri ihlâs ile, Allahü
teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh ettiler:
"Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir
olduğundan talebenin ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken, tüccar bir çift
ayakkabı verdi. Sonra tüccar, talebeye ikide bir; "Ey talebe! Yolun düzgün
yerinden yürü... Sivri taşlara basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden
gitme.. Ayakkabıyı eskitme..." diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi
usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tüccarın önüne
bıraktı ve; "Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir
şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam." dedi.
İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü
teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.
Devlet memurlarından bir kimse, zaman zaman
Mevlânâ hazretlerini ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı onun
hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirirdi. Mevlânâ da, vazîfesini
bırakmamasını ister, ona nasîhatler ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı:
"Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır
aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün
vazîfesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle
görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır
aleyhisselâm kendisine hiç uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her
gün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr etti.
Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. "Ey vefâlı dost! Ben
seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ
ettim. Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye başladım. Böylece sana
kavuşurum sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni,
mübârek cemâlinize hasret bıraktınız. Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir
kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?.." gibi
sözlerle yanıp yakılarak ağladı. Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna
dayanamayan Hızır aleyhisselâm; "Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet
etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenât ile değildi. Senin o mühim
vazîfeni yapıp müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için
gelip seninle sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp,
müslümanlara hizmeti terkettin. Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa
bıraktın. Sâdece kendi menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfaatini
müslümanlara tercih ettin. Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve
gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü
içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin,
müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete
çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes
yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz. Bunun
için artık senin yanına gelmiyorum." dedi. Zâbıta âmiri bunları dinledikçe
gözyaşları sel oldu ve; "Çok doğru... Çok doğru..." dedi. Uyanınca, istifâ
etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca derhal hükümdârın
huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla karşılayıp,
onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu zâbıta âmirinin vazîfesi
müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece mühimdir.
Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen önemlidir.
Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların başında senin
gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır. Böylece onlar da huzur
ve refah içinde yaşasınlar. Bizim rızâmız bundadır. İstifâ edip bize hizmette
bulunmana aslâ rızâmız yoktur."
Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine;
"Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib
olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını
giderirler mi?" diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; "Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ
kulları âhirete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa
sâhib olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur."
buyurdu. Oradakiler; "Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de
ihsân ve merhamet eder misiniz?" deyince, Mevlânâ; "Ey dostlarım! Kılıç kınında
iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse, elbette
biz de sizlere şefâat ederiz." buyurdu.
Mevlânâ hazretleri kendisine vedâlaşmak üzere
gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine; "Kardeşlerim! Aklınız bir
servet ve bir makâma bağlı kalmasın. Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını
düşünün. Birbirlerinizi çok seviniz. Çünkü düşmanlar pusudadır." buyurdular.
Talebelerinden biri, Mevlânâ hazretlerine incir
getirmişti. Mevlânâ hazretleri inciri aldı ve; "Hayli güzel incir, fakat kemiği
var." buyurdu ve yere bıraktı. Talebe; "İncirin nasıl kemiği olur?" diye hayret
etti ve yavaşça incirleri alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle
dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ hazretleri bir
tane alıp yedi ve; "Bu incirin kemiği hiç yoktur." buyurdular ve incirleri
orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler.
Herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı
çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular. O da;
"Vallahi bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım.
İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim
bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ
hazretleri velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu.
Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini
ödedim ve helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ hazretleri bunu kabûl edip
iltifâtlarda bulundu.
Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü
tabiatlı kimselerden soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: "Bir
gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa
akrebin yanına gelip ona; "Burada ne yapıyorsun?" dedi. Akrep; "Ben ırmağın öte
yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte
yanındadır." diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması
sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye
başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın
sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Akrep;
"Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun. Ben de sana
iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur." dedi. Bunun
üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de boğulup gitti." Mevlânâ
hazretleri bundan sonra şu beytleri okudu: "Câhil, yakınlık gösterse de sonunda
câhilliğinden ötürü seni incitir." Sonra da; "Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine
benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta
ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir." buyurdular.
Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip;
"Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor." diye şikâyette bulundular. Bunun
üzerine Mevlânâ hazretleri; "Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa
otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı
yerin birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü
mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir. Bunların
herbirisinin geniş açıklamaları vardır." buyurdu.
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus,
Mevlânâ hazretlerini ziyârete gelmişti. Mevlânâ hazretleri ona gerektiği gibi
iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; "Mevlânâ hazretleri
bana nasîhatte bulunsun." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Sana ne
nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana
bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allahü teâlâ seni sultan yaptı,
sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun." buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine
Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve;
"Yâ Rabbî! Mevlânâ hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için
söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana
yalvarıyorum. Bana merhâmet et." dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.
Bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne,
Mevlânâ hazretlerini ziyârete geldi. Fakat Mevlânâ hazretleri onu karşılamaya
çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla Mevlânâ'nın kapısında beklemeye başladı.
Sultan Veled babası adına vezîre mâzeretler beyân edip özür diledi ve;
"Efendim! Babam dedi ki, çok defâ benim Allahü teâlâ ile işim ve hâllerim olur.
Vezirler ve dostlar beni her zaman göremezler. Onlar kendi hâlleri ve işleri
ile meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini buluruz." buyurdu. dedi. Vezir bu
sözler üzerine başını iki eli arasına alıp düşüncelere daldı. Bu esnâda Mevlânâ
hazretleri çıkageldi. Vezir hemen ayağa kalkıp; "Efendim niçin bize geç
görünüyorsunuz?" dedi. Mevlânâ hazretleri buna hiç ses çıkarmadı. Vezir; "Ben
şöyle bir şey düşündüm. Sanki bana; "Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin beklemesi
büyük zahmettir. Bunu öğren ve hiç kimseyi kapıda bekletme." demek istediniz
öyle değil mi?" dedi. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip; "Güzel düşünmüşsün. Ama
öteden beri âdettir. Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık
benzini görmemek ve sesini işitmemek için eline bir şey tutuşturulup yolcu
edilir. Ne var ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; "Ekmek pişinceye kadar
biraz sabret ve bekle." derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet
ve sevginizin bize hoş gelmesi ve bunları daha çok işitmek içindir. Vezir
sevildiğini anlayıp gözyaşlarını tutamadı. Sevinçli olarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ hazretleri çok ibâdet ederdi. Yine bir
gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; "Bu nasıl namazdır?"
dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; "Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i
Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye
sorulduğunda, o; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve
dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden)
korktular. Onu insan yüklendi." (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti
geldi." derdi. Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile
konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?"
buyurdular.
Buyurdular ki; "Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak
lâzımdır."
"Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli,
çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah efendimize uydurmalıdır."
"Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce
Cennet'e girer."
"Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır."
"Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir.
İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az
uyuyup namaz kılmaktır."
Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet
ediniz. Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini
bile doyuncaya kadar yememiştir."
"Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır."
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri 1273 senesinde
hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan bâzıları
"biz helâl etmiştik" dedilerse de tekrar gönderip almalarını sağladı.
"Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk." diyerek kul hakkına çok dikkat etmek
lâzım geldiğine işâret etti.
Mevlânâ hazretleri hasta döşeğinde yatmakta iken
yedi gece çok şiddetli derecede zelzele oldu. Birçok evler ve bağların
duvarları yıkıldı. Herkes bu durumdan korkup feryâd etmeye başladı. Bu sırada
Mevlânâ hazretleri; "Evet zavallı toprak yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek
lâzım." buyurdu ve sonra da; "Ben size, gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan
korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca,
namaza devâm etmeyi, dâimâ şehvetten kaçmayı, halkın eziyetine ve cefâsına
dayanmayı, aşağı ve sefih kimselerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, kerîm olan
sâlih kimselerle berâber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı,
insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd,
yalnız Allahü teâlâya mahsustur." buyurdu.
Mevlânâ hazretleri bir ara talebelerinin önde
gelenlerinden Sirâceddîn'i yanına çağırdı ve ona bir duâ öğretti. Bunu hoş ve
sıkıntılı zamanlarda okumasını tenbih etti: "Yâ Rabbî! Beni sana ulaştırmaya
vesîle olan Mevlânâ'ya hasret çekiyorum. Sana vesîle olan sağlığı, sıhhati seni
bol bol tesbîh etmek, anmak için istiyorum. Yâ Rabbî! Bana, ne senin zikrini
unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti
kesecek bir hastalık, ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir
sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, merhametinle bu duâmı kabûl
et."
Mevlânâ hazretlerinin hastalığında, yanına hocası
Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında
Mevlânâ'ya; "Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat
bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur." dediler.
Mevlânâ onlara; "Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler
ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış
bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar.
Artık bana duâ ediniz." buyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede
bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ;
"Bu kedicik niçin feryâd ediyor biliyor musunuz?" Orada bulunan dostları ve
talebeleri; "Siz bilirsiniz efendim." dediklerinde; "Bu günlerde siz, hakîkî
âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim bırakacaksınız...
Bizim hâlimiz ne olacak?.. diyor." buyurdu.
Dostları, talebeleri; "Efendim! Zât-ı âlinizden
sonra kime tâbi olalım. Yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sordular. Mevlânâ
hazretleri de; "Hüsâmeddîn Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil
bırakıyorum." buyurdu. Oradakiler bu suâli üç defâ sordular. Üçünde de aynı
cevâbı aldılar. "Cenâze namazınızı kim kıldırsın?" diye sordular. Ona da;
"Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın." buyurdular.
Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: "Mevlânâ hazretlerinin
son günüydü. Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ'nın bulunduğu
yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana;
"Döşeği kaldırın." buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O
delikanlının yanına varıp; "Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak
sizi karşıladı?" diye sordum. O da; "Ben Azrâil'im. Rabbimizin emrini yerine
getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme dâvet etmek için geldim." dedi. Mevlânâ da;
"Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ
Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!" deyip Kelime-i şehâdet getirdi.
Cemâziyelâhirin beşine rastlayan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta
gözlerini yumdu."
Mevlânâ hazretleri vefât edince, İmâm-ı
İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlattı:
"Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya başlayınca, üzerime öyle bir ayrılık
acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar
hareket etmeye kâdir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç
ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım. Vücûduna sarılarak
ağlamak istedim. O anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım
başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sâhibini göremediğim
sesler geliyordu; "Nûr, nûra karıştı. Âşık, Mâşuka kavuştu. Bunda endişe edecek
bir şey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur
ve onlar mahzûn da olmazlar. Müminler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz
âleme naklolunurlar." Bu sözler beni kendime getirdi."
Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: "Sadreddîn-i Konevî
hazretleri, talebesi Mevlânâ'nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği
zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra
kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü.
Talebelerinin ileri gelenlerinden bâzıları; "Efendim! Namaz kıldıracağınız
zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir?"
dediler. Bunun üzerine; "Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda
meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını
kıldıklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş
ağlıyorlardı." buyurdu.
Mevlânâ'yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri
vefât etmiş idi. Onu rüyâda gördüler. Hâli iyi idi. "Bu mertebeye nasıl
kavuştun?" diye sorduklarında, "Mevlânâ'nın türbesi yapılırken bir direk lâzım
olmuş. Bana gelip durumu bildirdiler. Ben de cân u gönülden direği verdim. Bu
sebeple Allahü teâlâ beni magfiret eyledi." diye cevap verdi.
Muhammed Hâdim şöyle anlatır: "Mevlânâ'nın yanında
kırk yıl hizmet ettim. Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık gördüm. Bir gece
bile, yatıp uyumak ve istirâhat etmek için yanını yere koyup yattığını da
bilmiyorum. Mevlânâ ezân sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya
ayağa kalkarak, ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe
hiç ayağını uzatmamış ve yatmamıştır."
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir
müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine
hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün
vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda,
bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu.
Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün
olur. Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o
şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp
kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım anlamaya,
hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini,
yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.
Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf
deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu
deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni
usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli
çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci
asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna
rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır.
Onun Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti
olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney
çalıp dinlediği sanılmıştır.
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın
büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir
çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi. Mesnevî'de
yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî
hazretleri Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine
imkân bırakmamıştır. Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât,
Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine her memlekette,
birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve
lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca şerh etmiştir.
Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli altı sahifesi,
yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında, 1847
(H.1263)'de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî
(kuddise sirruh) buyuruyor ki: "Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden,
nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen
kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur.
Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde,
yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı,
içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl
olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü
teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı,
kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin
hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve
sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir." Sultan İkinci Abdülhamîd Han
zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı
kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin
eline düşdüğünden, "ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa,
dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve
Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri,
tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi
ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda
ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar,
elbette aldanmamaktadır.
Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle
dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı.
Nitekim Mesnevî'sinde;
Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!
buyuruyor. Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı,
cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden)
söyle!" demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi
çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini
zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını
verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle
yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan
uzaklaşmışlardır.
Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir
çalgıcı ile hazret-i Ömer'in hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı
uzun ve boşuna geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman
olmuş ve hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "Üç
kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir."
buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü
Mesnevî'dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en
üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.
Mevlânâ hazretleri, ölüme, "Şeb-i Arûs= düğün
gecesi" adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket
değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak
bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve
tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın
"Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta
tapanlardan da olsan gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!"
buyurduğu söylenmektedir.
SANKİ
ÜÇÜNCÜMÜZ SEN İDİN
Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ bir gün câmide
vâz ederken, mevzû; Hızır ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti. Bu
kıssayı, öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can
kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler
mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. "Sanki yanımızda idin, sanki
üçüncümüz sen idin." diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum.
"Anladım. Sen Hızır'sın, ne olur, bana ihsân eyle!" dedim. Cevâben; "Burada
hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm
gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder." dedi ve gözümden kayboldu. Ben
bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben daha söze
başlamadan; "Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur." diyerek benim
sözümü kesti.
ŞÜPHESİZ
MERHAMET EDER
Mevlânâ, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta
merhamet sâhibi idi. Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî'ye bir kuruş verip ekmek
aldırdı. Ekmeği eline alıp bir virâneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe
başladı. Sonunda, Mevlânâ'nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi
elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlânâ dönüşünde, Nefîsüddîn'in kendisini tâkib
ettiğini anlayıp; "Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış
ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i
şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından
merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O'nun
yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin" buyurdu.
Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ'nın ellerini öptü ve hayvanlara
bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet
edersiniz." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; "Evliyâullahın merhameti pek çoktur;
bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder." buyurdu.
BU ALTINLARI
ÇAMURA ATINIZ
Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ'ya beş kese
altın gönderip almasını arzu etti. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ'ya
altınları arz edince; "Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki
çamurun içine atın!" buyurdu. Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler.
Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde
aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle
geldi. Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar,
şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların
da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden
alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek
istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç
ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım
geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tamâ yapmadan
kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret saâdeti için çalışmalı, kazanmalı,
niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En
büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak
âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak
değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır." buyurdu.
ÂHİRETE
BERÂBER GİTSİN
Bedreddîn Tirmizî isminde biri simyâ ile
uğraşırdı. Mevlânâ'nın ismini duyarak Konya'ya ziyâretine geldi. Önce oğlu
Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan hergün bir dirhem Mevlânâ'nın
talebelerine vereceğini vâd eyledi. Bu haberi Mevlânâ'ya ulaştırdılar, fakat o
hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti.
Bedreddîn simyâ ilmiyle uğraşarak altın yapmaya çalışıyordu. Mevlânâ'nın
geldiğini görünce, ayağa kalkarak hürmette bulundu. Mevlânâ, oradaki demirden,
bakırdan ve diğer mâdenlerden yapılmış eşyâları teker teker alıp Bedreddîn'e
vermeğe başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyânın en yüksek ayarda som
altından yapılmış olduğunu hayretle gördü. Mevlânâ, Bedreddîn'in şaşkın bir
hâlde kendisine baktığını görünce; "Ey Bedreddîn! Sen simyâ ile uğraşmayı
bırak. Çünkü sen âhirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ
ile uğraş ki, seninle berâber âhirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu,
kalbden mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü
teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur." buyurdu.
"ALLAH, ALLAH"
NİDÂLARIYLA
Mevlânâ'nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı.
Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O anlatır; "Bir gün Mevlânâ hazretleri
sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben,
atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at
huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp,
atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O hâliyle
Mevlânâ'nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlânâ
dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata
binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza
gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesâret edip
bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı
eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı
şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey cemâat! Müjdeler
olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı." dedi. Biz edebimizden yine bir
şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kâfile gelip, o
taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki;
"Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler. Son üç
günde, Mevlânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında
göründü. En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne
geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl almaz
hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yaptıkları
hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ hazretleri düşman komutanını
öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince, doğruca hocam
Mevlânâ'nın huzûruna çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere yardım edilmiş
ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden
hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.
BAŞKA BİR ŞEY
BİLMİYORUM
Mevlânâ'nın talebelerinden biri, hac vazîfesini
yapmak üzere Hicaz'a gitti. O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir
tepsi helva yapıp, Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl
edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes
hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar
aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helvâ dolu
tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine göndereyim." diyerek
dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren
hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı, ancak, bulamadı. Mevlânâ'yı da
bunun için rahatsız etmedi.
Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye
başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe'den dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi,
eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden
dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ'nın
talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde
bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası
hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk.
Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin
sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi
tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum."
dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları
daha da arttı.
NE SORARLARSA
BİLİYORUM DE!
Mevlânâ'yı sevenlerden bir kimse, Mısır'a ticâret
yapmak için gitmeye hazırlandı. Akrabâsı gitmemesi için çok zorladı ise de,
dinlemedi ve kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine yakınları, durumu Mevlânâ'ya
bildirip, gitmemesini istirhâm ettiler. Mevlânâ da: "Gitme!" dedi. Ancak o
kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile yolculuk yaparken, bir küffâr
gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Pek çok yolcu ile berâber, bu genci
de esir aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli yerlerde çalıştırdılar. Genç,
başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü teâlânın sevdiği bir kulun sözünü
dinlememekten olduğunu anlayıp, çok pişmân olup, tövbeler edip istigfârda
bulundu. Bu şekilde kırk gün devâm etti. Ertesi gün rüyâsında Mevlânâ'yı gördü.
Ona;
"Yarın senden bâzı şeyler soracaklar. Ne
sorarlarsa, biliyorum, de!" diye tenbihte bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç
târif etti. Genç uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin
yanına gelenler kendisine; "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye
sordular. Genç de; "Var!" deyince, genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler.
Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış,
hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç, hasta hükümdârı görüp; "Bana, şu
şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar getirin." dedi. Kısa zamanda
bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve mâcun hâline
getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü teâlânın izniyle bir anda şifâ buldu.
Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden şifâya kavuşunca, gence;
"Bir murâdın varsa söyle, yerine getireyim. Mal, mülk istersen seni zengin
edelim." diye ısrârla sorunca, genç;
"Ben, hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim. Âilemden
ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden çıktım. Beni yolda esir alıp,
buralara getirdiler. Esir olunca, başıma gelen bu musîbetin sebebini anlayıp,
çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden mânen af diledim. Kendisini,
kurtulmam için Allahü teâlâya vesîle eyledim. Bu akşam hocam Mevlânâ, bana bu
size yaptığım şeyleri târif eyledi. Ben de aynen yaptım. Gördüğünüz gibi, bütün
bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu." dedi. Hükümdâr genci serbest
bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip, memleketine gönderdi. Mevlânâ'ya da
pek çok hediyeler gönderdi.
EY TÂLİHSİZ
KİŞİ!
Konya'da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini
inkâr eden biri vardı. Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi
bir gece kendisini nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü. Cehennemliklerin
durumunu olduğu gibi seyretti. Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir
Cehennem'den çıkarıp, öteki Cehennem'e sokuyorlardı. Dört kişi de orada durmuş;
"Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman
için velîlerin sözlerini oku." diyorlardı. Tâceddîn bu heybetten orada donup
kalmıştı. O zavallı kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime
öğretiniz." diye ricâ ediyordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin
Mesnevî'sinden birkaç beyit öğrettiler. O da bu beyitleri okudu. Okur okumaz
bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü. Sonra da Cennet tarafına yönelip
gitti. Tâceddîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ'nın medresesine koştu. Yolda
Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı. Mevlânâ hazretleri ona; "Ey Tâceddîn! Bir
yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına yetişir ve yardım
isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin neler yapacağını ve onlara
karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere ulaştıracağını düşün."
buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn,
ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu.
YÂ RABBÎ!
Mevlânâ hazretleri gece-gündüz cenâb-ı Hakk'a
niyâz eder yalvarırdı: "Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi
ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.
Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi
tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve
değiştir.
Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O
günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.
Yâ Rabbî! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi
olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.
Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim! Taleb ve duâ
üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin.
Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını
gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak
lâyık değildir.
Yâ Rabbî! Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu
hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle.
Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden
ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân
derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete
çıkar.
Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık
olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen
ıslâh et ve duâmızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.
Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış,
katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı,
âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin.
Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi
satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).
Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve
açık her şeyi bilirsin."
ALLAHÜ TEÂLÂYA
TEVEKKÜL EDİN
Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan,
Konya'yı muhâsara etti. Konyalılar gâyet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı.
Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim!
Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti.
Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şâyet bize
yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri
fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir
istirhâm ediyoruz." dediler. Mevlânâ;
"Siz, Allahü teâlâya tevekkül edin. Doğru bir
îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın evliyâsını vesîle ederek duâ edin. İnşâallah
sıkıntınız def olur." buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında
durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta binlerce Moğol askeri
vardı. Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı. Askerler hemen
komutanlarına koşup;
"Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mâvi kaftanlı,
sarıklı, heybetli bir kimse... Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne
bir heyecânı var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...."
dediler. Baycu Noyan, askerlerine; "Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi.
Bu emir üzerine, okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında,
herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu. Bu
durumu gören Baycu Noyan, süvârilere; "Atlara binip kılıçla üzerine
saldırın!"emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip sürmek istediler, fakat
atların ayakları toprağa battı. Atlar, üzerindeki askeri götüremez hâle geldi.
Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı. Kendisi okunu çekip yayını
gerdi. Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı. Attığı üç ok da hedefe değil,
Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice öfkelenip atını
getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atı bir türlü hareket ettiremedi.
Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücûm etmek istedi. Fakat
ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne yapacağını
şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk, hayretten hayrete düştüler, hep bir
ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kâdir
olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;
"Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların
hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden
olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek,
üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte,
anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek, askerini toplayıp muhâsaradan vaz
geçti.
ÇOK SÖZ
SÖYLEME
Oğlu Sultan Veled'e şöyle nasîhatlerinde; "Ey
oğlum! Sana vasiyet ediyorum ki: Her halde ilim, edep ve takvâ üzerine bulun.
Her zaman geçmiş din büyüklerinin eserlerini inceleyerek, Ehl-i sünnet
vel-cemâat yolundan ayrılmamayı vazîfe edin. Fıkıh (İslâm hukûku) ve hadîs-i
şerîf öğren, câhil sofulardan olma. Namazı her zaman cemâatle kıl, fakat imâm
ve müezzin olma. Şöhret isteme, zîrâ şöhret âfettir. Makâma bağlı olma.
Yazdığın şeylerde adını yazma. Mahkemede hâkim huzûruna çıkma. Kimseye kefil
olma. Halkın işlediği işlere karışma. Devlet büyüklerinin çocuklarıyla
arkadaşlık etme. Uzlete çekilme, yalnız kalma. Çok söz söyleme. Çok söz işitmek
kalbe nifak verir. Sözü inkâr etme. Onun söyleyenleri ve sâhipleri çoktur. Az
söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden arslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda
dur. Kadınlardan ve dinde eğri yollara girenlerden sakın. Herkesle ve
zenginlerle sohbet etme (oturup kalkma). Helal ye ve şüphelilerden kaçın. Dünyâ
malına kapılma. Dünyâ arzusu dînin zâyi olmasına sebeb olur. Çok gülme ve
kahkaha atma. Zîrâ fazla gülmek kalbin ölümüdür.
Herkese şefkatle bak. Hâinlikle bakma. Dışını
süsleme. Zîrâ dışın süsü; için, kalbin, rûhun harâb olduğunu gösterir.
Başkalarıyla mücâdele etme ve hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet
buyurma. Âlimlere, evliyâya, mal, can ve tenle hizmet et. Din büyüklerinin
hâllerini inkâr etme. Zîrâ inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzünü göremezler."
buyurdu.
BENİ KASABIN
ELİNDEN KURTAR
Mevlânâ hazretlerinin sağlığında kasabın biri, bir
öküzü kesmek için satın aldı. Öküzün ayaklarını bağlayıp yatırmak istediğinde,
öküz, ipleri koparıp kaçtı. Kasap arkasından yakalamak için koştuysa da
yetişemedi. Öküz, Mevlânâ'nın babasının mezarı yakınlarına geldi. O esnâda
mezarın başında Mevlânâ hazretleri Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hâl lisânıyla ona;
"Beni bu kasabın elinden kurtar." dedi. Mevlânâ, öküzün üzerine elini koyup
okşadı; "Üzülme, cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir." buyurdu. Bu sırada kasap,
elinde urgan ve bıçak olduğu hâlde soluk soluğa çıkageldi. Mevlânâ gelen
kasaba, öküzün âzâd edilmesini, hürriyetine kavuşturulmasını istedi. Kasap da
Mevlânâ hazretlerinin hatırı için öküzü âzâd etti. Kasap gidince Mevlânâ,
mübârek elini öküzün üzerine koyup duâ etti ve o günden sonra bir daha o öküzü
gören olmadı. Bunun üzerine Mevlânâ; "Bu öküz, kesilip pişirilecek zamâna
gelmiş iken, bizim tarafımıza gelmek sûretiyle, kesilip parçalanmaktan
kurtuldu. İşte bunun gibi bir insan da, Allahü teâlânın evliyâsına cân u
gönülden teslim olup emirlerine uygun yaşar, ona talebe olursa, kıyâmet gününde
Cehennem'e götüren meleklerin elinden kurtulur." buyurdu.
İMDÂDINIZA
YETİŞİRİM
Mevlânâ hazretleri vefâtından az önce talebelerini
topladı. Şefkatle onlara baktı ve; "Vefâtımdan sonra hâtırınıza perişan ve
huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun. Beni
hatırlayın. Allahü teâlânın izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî
yardımlarda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza
yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzı tavsiyelerde bulunacağım.
Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan
korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz. Çok oruç
tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti terkedip,
sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla oturup kalkmayınız. Onları
kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâber olunuz. Ya hayır
konuşunuz veya susunuz. İnsanların sıkıntılarına sabrediniz. Biliniz ki,
insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.
Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi
yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doğru bir îtikâd
ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler. Beni vesîle ederek Allahü
teâlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için ben de
Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının netîcesi, Allahü teâlânın izniyle
hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar." buyurdu.
1)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı), s.1047
2)
Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi
3)
Mevlânâ Câmî, Mesnevî Şerhi
4)
Herkese Lâzım Olan Îmân; s.60, 402
5)
Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.194
6)
Ahmed Eflâkî, Menâkıb-ül-Ârifîn
7)
Nefehât-ül-Üns; s.516
8)
Risâle-i Sipahsâlar; s.9
9)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.147
|