Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en
meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Muhammed; künyesi, Ebû Hâmid; lakabı
Hüccetü'l-İslâm ve Zeynüddîn'dir. Tûsî ve Gazâlî diye de meşhûr olmuştur. 1058
(H.450) senesinde İran'ın Tûs şehrinde doğdu. 1111 (H.505) senesinde Tûs'ta
vefât etti. Kabri Taberân denilen yerdedir.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin babası fakir ve sâlih
bir zâttı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar,
onlara yardım ve iyilik eder, hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasîhatını
dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim bir evlât vermesini
yalvararak isterdi. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl edip, Muhammed ve Ahmed
isminde iki oğul ihsân etti. Yün eğirip Tûs şehrindeki dükkanında satan bu
sâlih zât, vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî'yi ve diğer
oğlu Ahmed Gazâlî'yi hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden bir arkadaşına
bıraktı. Bir mikdâr mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki: "Ben kendim, âlim
olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl
mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardımcı olmanızdır.
Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsîline sarf edersin!"
Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi.
Babalarının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, yetişip olgunlaşmaları için
çalıştı. Sonra onlara; "Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve
terbiyenize harcadım. Ben fakirim, param yoktur. Size yardım edemeyeceğim.
Sizin için en iyi çâreyi diğer ilim talebeleri gibi medreseye devâm etmenizde
görüyorum." dedi. Bunun üzerine iki kardeş doğru söze uyup, medreseye gittiler.
Çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl eden Muhammed
Gazâlî, fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müddet sonra
Cürcân'a giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilî'den ders alıp, ilim okudu. Üç sene kadar
Cürcân'da ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olanTûs'a dönmek üzere yola
çıktı. Yolculuk sırasında, katıldığı kervanın önünü yol kesiciler çevirdi.
Kervanda bulunan kıymetli şeyleri aldıkları gibi, ilim tahsîlinden dönen
Muhammed Gazâlî'nin üç sene boyunca tuttuğu notları ve kitaplarını da aldılar.
Muhammed Gazâlî hazretleri, yol kesicilerin
arkasından gidip kitaplarını ve notlarını vermeleri için yalvardı. "Ne olur
işinize yaramayan ders notlarımı bana verin." dedi. Eşkıyâ çetesinin reisi;
"Nedir onlar? Nasıl şeylerdir?" dedi. MuhammedGazâlî hazretleri; "Onları
öğrenmek için memleketimi terk ettim. Gurbetlere gittim. Benim öğrendiğim
bilgiler o notların içindedir." dedi. Eşkıyâ reisi küçümser bir ifâdeyle
gülerek; "Sen onları bildiğini nasıl iddia ediyorsun. Biz onları senden alınca
ilimsiz kalıyorsun." dedi ve ders notlarını geri verdi.Zâten ilim âşığı olan
Muhammed Gazâlî eşkıyâ reisinin sözlerinin de tesirinde kalarak kendi kendine;
"Allahü teâlâ yol kesiciyi beni îkaz için o şekilde söyletti." dedi.
Tûs'a gelince, üç yıl bütün gayretiyle çalışarak
Cürcân'da tuttuğu notların hepsini ezberledi. O hâle geldi ki, yol kesiciler o
notların hepsini alsa ona zararı olmazdı.
Memleketinde bulunduğu üç sene içinde âlim
zâtların derslerine ve ilim meclislerine devâm etti. Zaman zaman büyük velî Ebû
Ali Fârmedî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra zamânının büyük
ilim ve kültür merkezi olan Nişâbur'a gitti. Büyük âlim İmâmü'l-Haremeyn
Ebü'l-Meâlî el-Cüveynî'nin ders halkasına devâm etti. Ondaki üstün zekâ ve
kâbiliyet ile çalışkanlığını gören hocası, büyük alâka gösterdi. Burada usûl-i
hadîs, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, İslâm hukûku ve münâzara ilimlerini
öğrendi. Bu hocasından başka, Ebû Hâmid er-Razekânî, Ebü'l-Hüseyin el-Mervezî,
Ebû Nasr el-İsmâilî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük
âlimlerinden ders okudu. Nişâbûr'da tahsîlini tamamlayınca, büyük bir ilim ve
edebiyat hâmisi olanSelçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâm-ül-Mülk'ün dâveti
üzerine Bağdât'a gitti.
Nizâm-ül-Mülk'ün topladığı ilim meclisinde bulunan
zamânın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî'nin ilminin derinliğine ve meseleleri îzâh
etmekteki üstün kâbiliyetine hayran kaldıklarını îtirâf ettiler. Üstün
vasıflarından dolayı hem âlimler, hem de halk tarafından çok sevildi. O zaman
ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi yanında, en zor, en
ince mevzûları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve izâh etme
kâbiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişan ve mağlûb
oldular.
Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı
Gazâlî'nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu vezîri
Nizâm-ül-Mülk, onu Nizâmiye Medresesi (Üniversite)nin Başmüderrisliğine,
şimdiki tâbiriyle Rektörlüğüne tâyin etti. Bu medresenin başına geçen İmâm-ı
Gazâlî, üç yüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Bunlardan
başka, pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Mensûr Muhammed, Muhammed bin Es'ad
et-Tûsî, Ebü'l-Hasan el-Belensî, Ebû AbdullahCümert el-Hüseynî talebelerinin
meşhûrlarındandır.
Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı
Gazâlî, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve
hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Medresesinde bulunduğu
yıllarda, Kitâb-ül-Basît fil-Fürû', Kitâb-ül-Vasît, el-Vecîz, Meâhiz-ül-Hilâf
adlı kitaplarını yazdı.
Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın
görüşlerini çürütmek için Kitâbü Fedâih-il-Bâtıniyye ve Fedâil-il-Müstehzeriyye
adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını
ortaya koymak için eski Yunan veLatin filozoflarının kitaplarının aslı üzerinde
üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnâsında ve neticesinde
felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül-Felâsife kitabı ile
felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı.
O sırada dünyânın tepsi gibi düz oduğunu iddiâ
eden ve bu tür saçmalıkları ilim adı altında insanlara vermeye çalışan Avrupalı
filozofların bu fikirlerinin yanlışlıklarını ortaya koydu. Dünyânın yuvarlak
olduğunu, karaciğerde kanın temizlendiğini, safranın, lenfin ve zararlı madde
eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını, bu işte dalağın, böbreklerin ve safra
kesesinin rollerini, kanın madde mikdârlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin
bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında olduğu gibi anlattı. Bu bilgileri
kuvvetli delillerle isbât ederekAvrupalıların bilmedikleri doğru bilgileri
kitaplarında yazdı.
İmâm-ı Gazâlî'nin, felsefecilerin görüşlerini
çürütmek ve îtikâdlarına felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için
yaptığı bu çalışmasını işiten bâzı kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir.
Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir.
Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla
berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı
almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân da odur. Işık olmayınca göz
göremediği gibi, îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî,
filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olamaz. İslâm
âlimi olur. İslâm dîninde, felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde
de İslâm âlimleri vardır.
Bağdât'ta bulunduğu sırada ilim öğretip talebe
yetiştirmekle meşgûl olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kardeşi AhmedGazâlî'yi
yerine vekil bırakarak uzun bir seyahatte bulunmak üzere Bağdât'tan ayrıldı.
Şam'a giderek velîlerle görüştü ve sohbet etti. Tasavvuf büyüklerinin
kitaplarını okudu onlardan rivayet edilen sözleri ve hallerini inceledi.
İnsanlardan tamâmen uzaklaşarak halvet, yalnız
kalmak; uzlet, insanlardan uzaklaşmak; mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak
ve riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak sûretiyle nefsinin tezkiyesi ve
ahlâkının mükemmelleşmesiyle meşgûl oldu. İhyâu Ulûmi'd-Dîn adlı meşhûr eserini
yazdı.
Sonra Kudüs'e gitti. Bu sırada Bâtınî denilen
sapık fırkaya karşı Mufassıl-ül-Hilâf, Cevâb-ül-Mesâil ve Allahü teâlânın
isimlerini (Esmâ-i hüsnâyı) anlatan El-Maksad-ül-Esma adlı eserini yazdı.
Kudüs'te bir müddet kaldıktan sonra, hacca gitti. Haccı müteâkiben Bağdât'a
döndü. Nizâmiye Medresesinde Şam'da yazdığı İhyâ'sını kalabalık bir talebe
topluluğuna ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayâtı uzun sürmedi. Doğduğu
yer olan Tûs'a ve Nişâbur'a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı
Ed-Derc-ül-Merkûn kitabı ile El-Kıstâs-ül-Müstekîm, Faysal-üt-Tefrika, Kimyâ-ı
Seâdet, Nasîhat-ül-Mülûk ve Et-Tibr-ül-Mesbûk adlı kıymetli eserlerini yazdı.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerine; "Bağdât'ta, pekçok
ilim talebesi varken, orada ilim neşretmekten, öğretmekten niçin vaz
geçtiğinizi kimse bilemiyor ve bu kadar uzun zamandan sonra Nişâbûr'a
dönmenizin sebebini kimse anlayamıyor!" dediklerinde bu hâdiseyi şöyle
anlatmıştır:
"Ben şer'î ve aklî ilimlere bu kadar alışkanlık
peydâ edip, her ikisinde de inceleme ve araştırma yaptım. O esnâda bulunduğum
yolda, bende; Allahü teâlâya, nübüvvete ve âhiret gününe yakînî bir îmân hâsıl
oldu. Îmânın bu üç aslı ile kalbim çok kuvvetlendi. Ayrıca takvâ sâhibi olmak
nefsin isteklerini bırakmak ve bütün dünyevî arzuları terk etmeden âhiret
saâdetine kavuşmanın imkânsız olduğunu anladım. Hepsinin başı dünyâ alâka ve
bağlarını kalbten tamâmen kesmek ve bu dâr-ı gurûrdan, aldanma yeri olan
dünyâdan uzaklaşıp, ona muhabbet köklerini, gönül bahçesinden söküp atarak,
âhirete dönmek ve azîmet etmek ve cenâb-ı Hakk'a tam gayret ile dönüp tövbe
eylemektir. Bu da, emelleri kısmak, makamı, malı ve parayı terk etmek,
meşgûliyeti, tutulma ve insanlarla beraber bulunmayı bırakmanın yanında, kalbin
içinde sekîne ve karar hâsıl olmadan tamam olmaz.
Sonra ben hâllerimi düşündüm. Çeşitli bağ ve
tutulmalar içine battığımı gördüm. Her tarafımı kuşatmışlar. Amellerimi gözümün
önüne getirince; hepsinin üstün ve güzelinin ilim öğretmek olduğunu anladım.
Öğretmek istediğim ilimlerin, bilgilerin çoğu, önemsiz olup, âhiret için
faydasızdırlar.
Sonra ilimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allah
rızâsı için olmayıp, belki makam sevdâsı ve şöhretle berâber karışık buldum.
Böylece yakînen helâk sâhilinde olduğumu anladım. Eğer hâllerimi düzeltmekle
uğraşmazsam helâk olur, kendime kötülük ve zarar ederim. Bir müddet böyle
düşündüm durdum. Fakat henüz karar veremedim. Bâzan Bağdât'tan ayrılmaya,
içinde bulunduğum hâlleri bırakmaya karar verir, bir gün azîmet yolunu seçer,
ayağımı ileri atar, bâzan biraz daha durayım deyip, adımımı geri alırdım. Bir
sabah olmazdı ki, âhireti istemede sıdk ve rağbet üzere bulunayım da, ona
nefsin istekleri ve dünyâ arzusu askerleri saldırıp, akşam olunca beni
uzaklaştırmasınlar. Düşüncemi değiştirmesinler.
Bir hadde geldi ki, dünyâ arzuları beni, zincirden
bağlar ile, kendilerine çeker ve bu mânânın hâsıl olması için zorlarlardı. Îmân
sözcüsü de seslenip: "Hadi, çabuk ol! Ömründen çok az kaldı. Önünde ise, uzun
bir yolculuk var. Kazandığın, elde ettiğin ilmin hepsi, riyâ ve aldatmadır.
Eğer sen, şimdi âhiret için hazırlanmaz, o sonsuz âlem için azık
bulundurmazsan, ne zaman yapacaksın? Şimdi alâkaları kesmez, engelleri
kaldırmazsan ne zaman keseceksin ve kaldıracaksın?" derdi.
O zaman kalbimde bir rağbet peydâ olup, dünyâ ve
ehlinden kaçmak, onlardan uzaklaşmak için kesin karar verirdim. Sonra şeytan,
aldatma ve hîle yoluna başvurup: "Bu düşündüğün hâl, çabuk geçici bir şeydir.
Sakın bu yola gitme. Zîrâ sen bu görüşü kabûl ve karar verip, bu büyük makâmı
terk edersen ve eziyetli olmayan izzet ve şânı bırakıp gidersen, hasımlarla
münâzaradan hâsıl olan zevk ve safâdan geçersen, nefsin yine sana gâlib olur.
Bu sefer ondan kurtulmaya uğraşırsın. Hâlbuki o zaman bir daha dönemezsin, bî
çâre ve dermansız kalırsın." derdi.
İşte nefsin ve şeytanın bâtılı hak gösteren bu
aldatma ve hîleleri sebebi ile, ben de, dünyâ arzuları ve âhiret isteği
arasında tereddüt ve hayret vâdisinde altı ay kadar şaşkın, inler ve ağlar
hâlde kaldım. Bu zaman 1093 (H.486) yılının Receb ayında son buldu. Nihâyet
aynı ayın sonunda işim ihtiyâr ve irâdeden geçip, ânîden Allahü teâlâ, dilime
susmak kilidi vurup, mühürledi. Dilim söylemez, kalbim ise çok muzdarib oldu.
Kendimi çok zorladım, gayrete getirmeğe çalıştım. Huzûrumda bulunan üç yüz ilim
talebesinin gönlünü almak, hatırlarını şen etmek, bu vesîle ile bir gün ders
vermek için kendimi zorladım. Dilimde söyleyecek kuvvet, bir kelime telaffuz
edecek güç bulamadım. Bu dil tutulması, kalbime öyle bir üzüntü ve elem verdi
ki, arzu ve isteğim kalmadı. Hazmım kesildi. Ne bir lokma çiğneyip yutabilir,
ne de bir damla su içebilirdim. Böyle devâm edip, kuvvetten düştüm. Zayıfladım.
Hattâ doktorlar hayâtımdan ümid kestiler. Bana ilâç vermekten imtinâ edip, bu
böyle bir durumdur ki, kalbe indi. Ondan uzuvlara sirâyet edip, mizâcını bozdu.
İlâç kabûl etmez, iyileşmez. Ancak kalbini mühim işlerden rahata kavuşturur,
her şeyden temizlerse, belki iyileşir dediler.
Bundan sonra, ben aczimi anladım ve gördüm.
Yalvararak ve sızlıyarak Allahü teâlâya sığındım. Çâresi olmayan hasta gibi
yanarak ve inliyerek duâ ettim. Nihâyet Neml sûresi altmış ikinci âyetinde
meâlen; "Muztar olan (sıkıntıya düşen) kimse duâ ettiği zaman onun duâsını
kabûl edip fenâlığı kaldıran..." buyrulduğu gibi, Allahü teâlâ duâmı kabûl
edip, kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal ve makam arzusunu kaldırdı. Hepsinden yüz
çevirip, çocuklarımdan, dostlarımdan, vatanımdan ve eshâbımdan ayrılmayı bana
kolay eyledi. Derhal içimden Şam tarafına gitmek arzusu geldi. Ama görünüşte
hacca gideceğim dedim. Halîfenin ve eshâbımın, maksadımın Şam'da kalmak ve bu
sebeble onlardan ayrılmak isteğimi bilmelerini istemedim. Sonra bir daha
dönmemek niyeti ile Bağdât'tan çıktım. Fakat düşüncemi gizliyor, aksini
bildiriyordum. Bunun için çeşit çeşit ifâde ve izâh yollarına başvuruyordum.
Onlar ise benimle alay ediyor, beni cevr-ü cefâ oklarına hedef tutuyorlardı.
Sanki içlerinde, benim o tür safâ ve zevkten yüz çevirmem ve dünyâlıklardan
kesilmek istememin bir din işi ve yakîn sebebi olduğunu uygun görecek bir kimse
yoktu. Onlara göre, benim bulunduğum müderrislik rütbesi, yüksek bir din mevkii
olup, ilimlerinin bütünü buraya kavuşabilmek içindi.
Sonra genel vaziyetten maksadın ne olduğunu tâyin
konusunda ihtilâf edip, Bağdât'tan uzak olanlar vâli ve hükümdârlardan bir şey
olduğunu sanarak utandı ve orada duramadı dediler. Ama Bağdât'a ve oradaki
devlet adamlarına yakın olanlar, devlet adamlarının bu bağlılıklarını, gitmemem
için bana yalvarmalarını, beni zorlamalarını, iltifât ve alçak gönüllülüklerini
ve benim onlardan yüz çevirmemi, sözlerine iltifât etmeyip, söyledikleri
sözlere, okşayıcı ifâdeleri kabûl etmediğimi bilirlerdi. Onlar, bu semâvî bir
iştir ki, âlimlere ve müslümanlara bir nazar değmesi sonucudur derlerdi.
Nihâyet Bağdât'tan ayrıldım. Yanımda olan malı
dağıtmaya başladım. Kendime yetecek ve çocuklarıma kâfi gelecek kadar yanımda
bulundurdum. Onda da şöyle bir ruhsat yolu buldum ki, Irak malı, müslümanların
işlerini görmek için vakıf olunmuştur. Bunun için dünyâda âile nafakası için,
bundan almaktan daha sâlih ve temiz bir mal bulamadım. Şam bölgesine gidip, Şam
şehrinde iki sene kadar kaldım. Orada bir meşgalem yoktu. Ancak uzlet, halvet,
mücâhede, riyâzet, nefsin tezkiyesi, ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgûl oldum.
Bütün bunları tasavvuf ehlinin ilminden öğrendiğim şekilde yaptığım gibi, Allah
kelime-i celâlini zikr ile, kalbin tasfiyesi ve hâllere kavuşmakla uğraştım.
Böylece o büyükler yolunun ilim ve amel olmadan
tamamlanamayacağını yakînen anladım. Onların ilimlerinin hâsılı, nefsin
geçitlerini ve tehlikelerini aşmak ve kötü ahlâktan temizlenip, kötü
sıfatlarının kökünü söküp atmaktır. Bununla kalbi Allah'tan başkasına
tutulmaktan korumak ve Allahü teâlânın zikri ile süsleyip O'na kavuşmaktır. O
zaman bana ilim, amelden kolay geldi. O büyüklerin ilimlerini kitaplarından
tahsîl ve onları mütâlaa ile tamamlamaya koyuldum. Meselâ Ebû Tâlib-iMekkî'nin
Kût-ül-Kulûb kitabını ve Hâris-i Muhâsibî'nin kitaplarını; Cüneyd-i
Bağdâdî'nin, Şiblî'nin, Bâyezîd-i Bistâmî'nin ve başka meşâyıhın (kuddise
sirruhum) sözlerini ve onlardan rivâyet edilen yazı ve haberleri mütâlaa
eyledim. Herbirinin ilimlerinin maksadlarına muttali oldum. Onların yolundan
öğrenerek ve dinliyerek, tahsîli mümkün olanı tahsîl ettim. Onların
seçilmişlerinin seçilmişlerine mahsûs olan ilimlere kavuşmanın, öğrenmek ve
okumakla mümkün olmadığını anladım.
Bir müddet Şam Mescidinde îtikâf eyledim. Uzun
günlerde minâresine çıkıp, kapısını üstüme kapadım. Orada durdum. Sonra hac
farîzasını edâ için Beyt-ül-harama gidip, Mekke ve Medîne'nin bereketi ve
Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâreti ile O'ndan imdâd ve yardım
istemek arzu ve şevkim harekete geldi. Gittikçe arttı.
Hazret-i Halîlürrahmân'ın (aleyhisselâm)
ziyâretinden sonra, Hicaz'a doğru yola çıktım. Mekke-i mükerremeye gidip hac
ibâdetimi yerine getirdikten ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i
şerîfini ziyâretle şereflendikten sonra beni, bâzı arzu ve insanlarla,
çocukların ve âilemin istemesi vatanıma çekti. Böylece vatanıma döndüm.
Tabîatim bu dönüşten son derece uzak ve benim îtikâdım üzere bu görüş gâyet
yanlış olduğu hâlde, vatanıma kavuştuktan sonra, orada da uzlete çekildim. Zikr
ile kalbin tasfiyesine olan aşırı bağlılığımdan, hep uzlet istiyordum. Lâkin
günlük olaylar ve çoluk-çocuğun geçim durumu ve hâl darlığı kalbimin safâsına
mâni olup, maksudun yüzü bulutlandı ve halvetin safâsı bulandı. Sonra safa hâli
verecek neticeler ele geçmez oldu. Ancak arasıra bir mikdâr safâ hâsıl olup,
yine örtülürdü. Lâkin böyleyken yine kesmeyi tamâ etmeyip, bâzan bir zuhûrat
engel, bâzan o mertebelere dönmek vâki olurdu. O yıl bu şekilde geçti. O
halvetler esnâsında hâsıl olan hâlleri saymak mümkün değildir. Faydası olur
ümidi ile bir iki şey bildirelim:
Ben ilm-i yakîn ile bildim ki, Allahü teâlâya
kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan
büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk, onların sîret ve ahlâkları, en doğru yol,
onların yolu, en güzel ve en olgun ahlâk, onların ahlâk ve âdetleridir. Belki
bütün akıllı insanların akılları, hikmet sâhiplerinin hakîmâne buluşları ve
İslâmiyetin esrârını bilen fukahâ ve ulemânın ilimleri toplanıp bir araya
gelse, onların sîret ve ahlâkından birini tahvîl edemez, değiştiremez, ondan
hayırlı ve üstün olana çevirmeyi düşünseler, çâre ve yol bulamazlar. Zîrâ
onların zâhir ve bâtınında olan bütün hareket ve hareketsizlikler peygamberlik
kandilinden alınmıştır. Yeryüzünde ise, peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr
yoktur ki, âleme ışık saçsın ve daha çok parlasın.
Velhâsıl aklı olan kimse, tasavvuf hakkında ne
söyliyebilir ki, tasavvuf ehlinin kalbi, Allah'tan başka her şeyden temizlenmek
ve başlangıcı, her an Allahü teâlânın zikrine dalmak; nihâyeti ise, büsbütün
fenâ fillah olmaktır. Bunun bile son olması, ihtiyârı altında bulunan mertebeye
nisbetledir. Keşf mertebesi ve onun evveliyâtındandır. Gerçekte ise bu fenâ
makâmı tasavvufun başlangıcıdır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh da: Fenâ
fillâh, bu yolda ilk adımdır buyuruyor.) Ondan önceki hâller, sâlik için sülûk
yolunda dehliz, aralık gibidir. Yâni vâsıtadırlar. Tasavvufun ilk hâlleri,
keşif ve müşâhedenin zuhûra gelmesidir. Hattâ bu keşif ve müşâhede sâhibleri,
uyanıkken, melekleri ve peygamberlerin ruhlarını müşâhede ederler. Onların
sesini duyarlar, fayda ve hakîkat iktibâs ederler. Sonra o hâl, sûret ve
misâllerin müşâhedesinden, başka derecelere yükselir ki, o makam kelimelerle
anlatılamaz. Bahsedilirse, sarîh hatâ görünür ve ondan sakınmak mümkün olmaz.
Bu bildirilen hâlleri zevk yolu ile tatmak
saâdetine kavuşamayıp, şevk sâhibi olmayan, peygamberlik mertebesinin
hakîkatının yalnız ismini anlar.
1105 (H.499) senesinde Bağdât'tan tekrar ayrılan
ve uzletle insanlardan uzak kalma müddeti on bir sene süren İmâm-ı Gazâlî
hazretleri Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a gitmek üzereyken şöyle buyurdu:
Yakînen biliyorum ki, her ne kadar görünüşte ilme
ve onun yayılmasına dönmüşsem de, yine hakîkatta dönmüş değilim. Zîrâ rücû'
etmek, dönmek, ilk hâllere avdet etmektir. Ben o zaman da bir ilim neşreder,
yayardım. Hattâ onunla makam ve devlet sâhibi olmak, dünyâlık ve başkanlık elde
etmek isterdim. Bütün insanları söz ve hareketlerimle ona çağırırdım. Ama
şimdi, bir ilme dâvet ederim ki, onunla mevki, makam ve mal terk olunur. Sevab
kazanılır. Haşmet ve makâmın derecelerinin düşüklüğü bilinir. Hâlâ niyetim ve
kastım budur. Allahü teâlâ benim bu niyetimi bilicidir. Maksadım dâimâ nefsimi
ve başkalarını ıslâh eylemektir. Lâkin o maksada kavuşacağımı bilemem. Hele
yakînî îmân ile inanmış ve kalbin müşâhedesi ile iyice anlamışımdır ki, her
ferdde olan hareket ve kuvvet, Allahü teâlânın ihsânı iledir. Benim her
hareketim ve amelim O'ndandır. Allahü teâlâdan yalvararak, önce beni ıslâh
eylemesini, sonra da benimle başkalarının ıslâhını isterim. Evvelâ bana hidâyet
verip, sonra benimle başkalarına hidâyet versin. Bana hakkı, sûret-i hakta
gösterip, tâbi olmak, uymak nasîb eylesin. Bâtılı, sûret-i bâtılda gösterip
sakınmak müyesser eylesin. Âmin!".
İmâm-ı Gazâlî hazretleri zâhirî ilimlerde olduğu
gibi, tasavvuf ilminden de büyük nasîb almıştır. Onun tasavvufî yönünü anlatan
kitaplar Silsile-i aliyye büyüklerinden Ebû Ali Fârmedî hazretlerine bağlı
olduğunu yazmaktadırlar.
İlimde müctehid derecesinde derin âlim, tasavvuf
yolunda yüksek bir velî olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, sözleriyle, halleriyle
ve eserleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya çalıştı.
Ömrünün son yıllarını Tûs'ta geçirdi. Burada
evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri, insanları irşâd
etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Münkızü Aniddalâl, fıkhın
kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir El-Mustasfâ ve Selef-i sâlihîne (Ehl-i sünnet
îtikâdına) tâbi olmayı anlatan İlcâm'ül-Avâm an İlm-il-Kelâm adlı eserlerini
yazdı.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Sultan Sencer ile
görüşmüş, ona mektup yazmış ve bizzât nasîhatta bulunmuştur. Ayrıca, Sultan
Sencer'e Nasîhat adlı bir risâle yazmıştır.
Selçuklu sultanı olan Sultan Sencer; Ehl-i sünnet
îtikâdında, dînine bağlı ve bid'atleri reddeden bir pâdişâhtı. Uzun müddet
tahtta kalmış olup ilme ve ulemâya karşı çok hürmet eder, kendisi de ilimle
meşgûl olurdu. O zamanın en meşhûr âlimi olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerine hased
edenler, İmâm-ı A'zam'ın aleyhinde bulunuyor diye iftirâ ederek, Sultan
Sencer'e şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî'yi
yanına dâvet edip, görüşmek istediğini bildirdi. Durum İmâm-ı Gazâlî'ye
iletilince bâzı mâzeretlerini bildirerek gitmedi. Sultan Sencer'e mâzeretini
bildirmek ve nasîhat etmek üzere bir mektup gönderdi. Bu mektubun tercümesi
şöyledir: Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâmı, İslâm beldesinde muvaffak eylesin,
nasibdâr kılsın. Âhirette ona, yanında yeryüzü pâdişâhlığının hiç kalacağı
mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin.
Dünyâ pâdişâhlığı, nihâyet bütün dünyâya hâkim
olmaktan ibârettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.
Cenâb-ı Hakk'ın, âhirette bir insana ihsân edeceği
şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yer yüzünün bütün
beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun
toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik
ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip, mağrûr olsun? Yükseklikleri
ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma.
Bu ebedî pâdişâhlığa (saâdete) kavuşmak, herkes
için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem; "Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten
efdaldir." buyurdu. Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede
kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan daha çok
muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamânımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir
gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak dereceye
varmıştır.
Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır.
Büyükler buyurdular ki: Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan
toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın
testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve
kırılacak toprak bir testi gibidir. Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâkî
kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye
nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâimâ göz önünde tutunuz.
Beni yanınıza dâvet etmiş bulunuyorsunuz. Benim
hâlim şudur: Elli üç senelik bir ömür yaşamış bulunuyorum. Bunun kırk senesi,
ilim öğrenmek ve öğretmekle geçti. Yirmi senem, Sultan-ı Şehîd'in (Melikşah'ın)
saltanâtı zamânında geçti. Sultan Melikşah'tan İsfehan'da ve Bağdât'ta
bulunduğum sıralarda pekçok iltifât ve ikrâm gördüm. Çok defâ mühim işlerde,
Emîr-ül-müminîn ile onun arasında elçilik vazifesi yaptım. Din ilimlerinde,
yedi yüz kitap yazmaya muvaffak oldum. Yâni dünyânın her türlü saâdetini
gördüm. Fakat hepsini terk ettim. Bir müddet Beyt-i Mukaddes'te (Kudüs'te)
kaldım. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın mübârek türbesinde ahdettim, bundan
sonra hiçbir sultânın yanına gitmeyeceğim ve hiçbir sultândan en ufak bir şey
kabûl etmeyeceğim. Münâzarayı terk edeceğim dedim. On iki seneden beri bu
ahdimde durdum. Bu bakımdan, sultanlar beni bu hususta mâzûr gördüler.
Şimdi beni huzûrunuza çağırdığınıza dâir bir haber
almış bulunuyorum. Emre itâat olsun diyerek, Mûsâ Rızâ hazretlerinin mübârek
türbesine kadar geldim. İbrâhim aleyhisselâmın mübârek makâmında yaptığım ahdi
bozmamak için, ordugâha kadar da geldim. Bu türbede, kabrin başucunda diyorum
ki: "Ey Resûlullah'ın torunu, sen şefâatçi ol ki, Allahü teâlâ pâdişâh-ı
İslâm'ı (Sultan Sencer'i), dünyâ sultanlığında babalarından daha ileri gitmeye
muvaffak etsin. Âhiret sultanlığında, saâdetinde ise, Süleymân aleyhisselâmın
derecesine eriştirsin. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın makâmında yapılan ahde
hürmet etmesi için muvaffakiyet versin. Gönlünü Hakka çevirip, halkı bırakan
bir kimsenin (İmâm-ı Gazâlî'nin) kalbini perişân eylemesin."
İnanıyorum ki, hakkınızda böyle duâ etmem, Hak
teâlânın dergâhına yüz tutmam, resmî olarak yanınıza gelmemden daha faydalıdır.
Eğer bunu kabûl etmeyip, gelmem için bir fermânınız olursa, emre itâatın lâzım
olduğunu bildiğim için, ahdimi bozarak, fermânınızı kabûl etme yolunu seçerim.
Allahü teâlâ, dilinize ve gönlünüze öyle şeyler
getirsin ki, bununla yarın âhirette utanmaktan muhafaza etsin... Vesselâm."
Bu mektup Sultan Sencer'e ulaşınca, mâdem ki
Meşhed'e gelmiş, ordugâhımıza az bir mesâfe var. Oradan gelmek güç bir iş
değildir diyerek, gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine İmâm-ı Gazâlî,
Sultan Sencer'in yanına geldi.Huzûruna girince ayağa kalkıp, İmâm-ı Gazâlî'yi
karşılayıp kucakladı. Sonra da kendi tahtına onu oturttu. Çok hürmet gösterdi.
İmâm-ı Gazâlî oturduktan sonra, yanında bulunan bir talebesine, Kur'ân-ı
kerîmden bir miktar oku buyurdu. Talebesi de meâlen; "Allah kuluna kâfi değil
mi?" buyurulan, Zümer sûresi 36. âyetini okuyunca, İmâm-ı Gazâlî "Evet" dedi.
Daha sonra söze başladı. Sultâna karşı şöyle konuştu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd
olsun. Kurtuluş ancak müttekîler, takvâ sâhibi olanlar içindir. Düşmanlık da
ancak zâlimleredir. Mülk-i İslâm bâkî olsun. İslâm âlimlerinin âdeti şöyledir:
İslâm meliklerinin huzûruna girdiklerinde; duâ, senâ, nasîhat ve bir ihtiyâcın
giderilmesi husûsunda konuşma yaparlar.
Duâ hususunda evlâ olan, gece karanlıklarında Hak
teâlâya gizlice münâcaat etmek, yalvarmaktır. Çünkü insanlar arasında yapılan
duâlarda riyâ, gösteriş ihtimâli var. Hâlis olmayan böyle dualar, Hak teâlâ
indinde müstecâb değildir. Bu huzûrda medh ve övgüde bulunmak da riyâkârlıktan
uzak değildir. Yükseklik ve ışık bakımından, güneşin parmakla gösterilip,
övülmeye ihtiyâcı yoktur. Güzellik kemâle ulaşınca, övenlerin pazarını bozar,
bunların eli boş kalır.
Medih ve senâdan maksad ise bir işi
yükseltmektir...
Bu dört husustan en mühim olan, nasîhat ve
ihtiyâcı gidermektir.
Nasîhat berâtı, izni, Risâlet kaynağından alınan
yüce bir mertebedir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Size
iki vâiz (nasîhatçı) bıraktım, biri susar, biri konuşur. Susan nasîhatçı
ölümdür. Konuşan ise Kur'ân'dır." Dikkat et, susan nasîhatçı ölüm, lisân-ı hâl
ile ne söylüyor ve konuşan nasîhatçı ne söylüyor? Susarak, hâliyle nasîhat eden
ölüm diyor ki:
Ben, her canlıyı pusuda beklemekteyim. Zamânı
gelince âniden pusudan çıkıp yakalayıveririm. Eğer benim herkes için yapacağım
muâmelenin bir benzerini görmek isteyen varsa; pâdişâhlar, kendilerinden önce
gelip geçmiş pâdişâhlara, emîrler de, vefât etmiş geçip gitmiş emîrlere
baksınlar. Melikşâh, Alparslan, Çağrı Bey toprak altından hâlleriyle şöyle nidâ
ediyorlar:
"Ey Pâdişâh, ey gözümüzün nûru, bizim nerelere
sevkedildiğimizi ve ne korkunç işler gördüğümüzü sakın unutma! Emrinde
bulunanlardan biri aç iken, aslâ bir gece bile tok uyuma! Biri çıplak iken, sen
istediğin gibi giyinme! Şöyle vasiyet ederler: Benden bir kelime kabûl et, bu;
"La ilâhe illallah"dır. Bunu dâimâ dilinde tut, yalnız kaldığın zaman söylemeyi
aslâ unutma. Asıl îmân, bunu söylemekle istikrâra kavuşur. Buyruldu ki: "Îmân,
suyunu tâatdan alır. Kökü adâlet ile, devamı Hakkı zikretmek ile kâimdir."
Bunların hepsini yapıp âhiret azâbından kurtulursan da, kıyâmette suâlden
kurtulamazsın. Hadîs-i şerîfte; "Herbiriniz çobansınız ve herkes emri altında
bulunanlardan mesûldür..." buyruldu.
Ey Pâdişâh! Hak teâlânın hak nîmetini edâ eyle ki,
nîmet; doğru îmân, doğru îtikâd, güler yüz ve güzel ahlâktır ve iyi amellerdir.
Bunlardan iyi amel işlemek senin elinde, diğerleri hediye-i ilâhîdir. Mâdem ki
Allahü teâlâ bu nîmetleri sana ihsân etmiş, sen de dördüncüden, iyi amel
etmekten kendini mahrûm etme ki, küfrân-ı nîmet etmiş olmayasın ve ey ayakta
duran emîrler! (vezîrler, kumandanlar!) Eğer devletinizin mübârek ve dâimî
olmasını istiyorsanız, nîmetin kadrini biliniz. Nîmeti, felâket ve
bedbahtlıktan ayırd ediniz. Biliniz ki; sizin bu Horasan melîkinden başka,
göklerin ve yerlerin mâliki olan başka bir pâdişâhınız vardır. Yarın kıyâmette,
herkesi hesâba çekecek ve "Benim nîmetimin hakkını nasıl elde eylediniz, nasıl
yerine getirdiniz?" buyuracak. Meliklerin kalbleri, Allahü teâlânın
hazîneleridir. Rahmet, azâb ve cezâya dâir yeryüzünde her ne vukû bulsa,
meliklerin gönülleri vâsıtasıyla olur. Allahü teâlâ, kendi hazînemi size emânet
ettim. Sizin dilinizi o hazînenin kilidi yaptım, korudunuz mu? Yoksa emânete
ihânet mi ettiniz? diye soracak. Hazîneye ihânette bulunan, bir mazlûmun hâlini
pâdişâhtan gizliyendir.
Bir ihtiyâcın arz edilmesine gelince, benim bir
umûmî, bir de husûsî olmak üzere iki hâcetim vardır. Umûmî olan şudur: Tûs
ahâlisi sıkıntı içindedir. Soğuk ve susuzluktan mahsûller tamâmiyle
mahvolmuştur. Onlara acı! Hak teâlâ da sana acısın. Açlık dert ve belâsıyla
müminlerin boynu ve belleri kırıldı...
Husûsî hâcetim ise şudur: Ben, on iki seneden beri
halktan uzaklaşmış, bir köşeye çekilmiştim. Sonra Fahr-ül-mülk, Nişâbûr
Medresesi müderrisliğini kabûl etmem için ısrâr etti.Ben ona; "Bu zaman, benim
sözlerimi kaldıramaz. Bu zamanda bir hak söz söyleyenin, kapı ve duvar bile
aleyhine geçer." demiştim. Bugün ise iş o raddeye gelmiş ki, işitmiş olduğum
sözleri rüyâda görseydim, karışık rüyâdır derdim. Bunların aklî ilimler ile
alâkalı olanlarında eğer bir kimsenin îtirâzı varsa, buna şaşılmaz. Çünkü benim
sözlerimde, herkesin anlayamayacağı gibi mânâlar çoktur. Bununla berâber ben,
kime olursa olsun herhangi bir sözümü açıklayıp isbât edebilirim. Böylece
meseleyi açıklığa kavuştururum. Bu gâyet kolaydır. Fakat, İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe'nin aleyhinde bulunmuşum diye söz söylüyorlarmış. İşte buna aslâ
tahammül edemem. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben, Ebû Hanîfe'nin ümmet-i
Muhammed arasında, fıkıh ilminin inceliklerinde ve mânâsında en büyük âlim
olduğunu kesin olarak kabûl etmekteyim. Her kim ki, bu söylediğimin tersine bir
sözüm olduğunu veya bir şey yazdığımı söylerse o yalancıdır.
Sizden şunu isterim ki; beni, Nişâbûr'da, Tûs'da
ve diğer bütün şehirlerde ders verme işinden affediniz. Kendi hâlimde kalayım.
Bu zaman, benim sözlerime tahammüllü değildir vesselâm."
Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini dikkatle
dinledikten sonra şu cevâbı verdi: "Söylediğin bu sözleri duymak ve İmâm-ı
A'zam hakkındaki güzel kanâatlerini, Irak ve Horasan âlimlerinin hepsinin
duyması için, onları burada toplamamız lâzımdır. Büyük İslâm âlimleri
hakkındaki kanâatinizi ve onlara olan hürmet ve sevginizi herkese duyurmak
üzere, her tarafa dağıtmak için bu ifâdeleri yazmanızı istiyorum. Tedristen,
ders verme işinden muaf tutulma arzuna gelince, bu mümkün değil. Fahr-ül-mülk,
seni Nişâbûr müderrisliğine celb edebilmiştir. Biz, senin nâmına medreseler
yaptıracağız. Bütün âlimler gelsinler, kendilerine kapalı kalan meseleleri
öğrensinler, müşküllerini halletsinler."
Ancak İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün bundan
sonraki son iki yılını, kendi memleketi Tûs'ta kitap yazmak, insanları irşâd
etmek ve talebelere ders vermekle geçirdi.
Ömrünün son senelerinde memleketi olan Tûs'da
bulunduğu sırada insanlara nasihatı sırasında buyurdu ki:
Bir kimsenin dünyâ ticâreti, âhiret ticâretine
mâni olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa
verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk
kırılır. Âhiret ise, altından kupa gibidir, hem çok kıymetlidir, hem de
dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ ticâretinin âhirete yaraması
için veCehennem'e sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi,
dîni ve âhiretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır.
Dînini kayırmak isteyenler yedi şeye dikkat etmelidir:
1. Her sabah şöyle niyet etmeli; "Kendimin, evlâd
ve âilemin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtâc bırakmamak, Allahü teâlâya
râhat ve temiz ibâdet edebilmek, âhiret yolunda yürüyebilmek için, vâzifeme
gidiyorum." demelidir. O gün müslümanlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i
mârûf, nehy-i münker yapmayı, kalbinden geçirmelidir. Namazda kusûr edenlere,
günah işliyenlere, emr-i mârûf yapmalı, onlara göz yummamalıdır. Böyle niyet
eden bir tüccâr, bir memur, bir öğretmen, bir hâkim ve bir subay, vazîfesini
yaptığı kadar, hep sevap kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyâda kazandığı
şeyler de, fazladan kârıdır.
2. En az, binlerce insan çalışmayacak olursa,
kendisinin bir gün bile yaşayamayacağını düşünmelidir. Meselâ, çiftçi, fırıncı,
dokumacı, demirci, iplikçi ve daha nice sanatkârlar, hep onun için çalışıyor. O
hepsine muhtaçtır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş
oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu dünyâda herkes yolcudur.
Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri,
kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her müslüman böyle düşünmelidir. Vazîfesine
başlarken, müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat ettirmek için
çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet
edeceğim demelidir. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara
faydalı olan bir meslek, bir sanat seçmektir. Yâni, öyle bir iş görmeli ki,
eğer o iş olmasa, müslümanlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyf, oyun ve
benzerlerine, sanat dense de ve haram işleyenlere sanatkâr ismi verilse de,
bunları yapmak ibâdet olmaz. Hattâ, haram olmıyan, mübah olan, fakat insanlara
lüzûmlu olmayan sanatları seçmemelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; "En iyi
ticâret, bezzâzlıktır, kumaş satmaktır.En iyi sanat, terziliktir."
3. Dünyâ işleri, âhiret için çalışmaya mâni
olmamalıdır. Âhiret için ticâret yeri câmilerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde, Münâfikûn sûresi, 9. âyetinde meâlen; "Mallarınız ve çocuklarınız,
Allahü teâlâyı hatırlamanıza mâni olmasın!" buyuruyor. Halîfe Ömer radıyallahü
anh buyurdu ki; "Ey tüccârlar! Önce âhiret rızkını kazanın! Sonra dünyâ rızkına
çalışın!" Ticaretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhiret için
çalışır, Kur'ân-ı kerîm okur, ders dinler, tövbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve
gençlere öğretirlerdi. Kelle kebâbı, sabah çorbası gibi şeyleri çocuklar ve
zimmîler satardı. Çünkü, müslümanlar, sabah, akşam câmilerde bulunurdu.
İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir
hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Melekler insanların amel defterlerini
götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında
yapılanları ona bağışlarlar."
Yine buyurdu ki; "Gündüz ve gece melekleri, sabah
ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, (giden
meleklere), kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve
namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları affettim
buyurur."
Müslüman tüccârlar, sanat sâhipleri, gündüzleri
de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmiye koşmalıdır. Büyüklerimiz;
"Ticâretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebeb olmaz" (Nûr sûresi:
27) âyet-i kerîmesine mânâ verirken diyor ki: Demirciler vardı. Demir döğerken,
ezân okununca, çekici kaldırmışken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı.
Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunduysa, o hâlde bırakıp, cemâate
koşarlardı.
4. Çarşıda, işte Allahü teâlâyı zikr, tesbîh
etmeli, her ân O'nu hatırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi
bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyâyı verse, bir daha eline
geçiremez. Gâfiller arasındaki zikrin sevâbı çok olur. Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Çarşıya girerken, la ilâhe illallahü, vahdehü lâ
şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ
yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey'in kadîr, diyen kimseye, iki
milyon sevâb yazılır." Cüneyd-i Bağdâdî "kuddise sirruh" buyurdu ki: "Pazarda
çok kimse vardır ki, sûfîler halkasında oturanlardan daha kıymetlidirler." Bir
kerre de buyurdu ki: "Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda her gün üç yüz rekat
namaz kılmakta ve otuz bin tesbîh okumaktadır." Bâzısı demiştir ki, bu kimse,
kendisidir.
Hulâsa, dîne, ibâdetine yardım niyeti ile dünyâya
çalışanlara, hep böyle sevap vardır. Yalnız para kazanıp, dünyâ malı toplamak
için çalışanlar, sevaptan mahrûm kalır. Hattâ bunlar, câmide, namazdayken de,
kalpleri dükkânın hesâbındadır. Fikirleri dağınıktır.
5. Dünyâ işlerine çok düşkün olmamalıdır. Sabah
namazı kılmadan ve kitap okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeyi âdet
edinmelidir. İhtiyâcı kadar dünyâlık kazanınca, âhireti kazanmakla meşgûl
olmalıdır. Çünkü, âhiret hayâtı sonsuzdur ve ona ihtiyaç daha çoktur ve âhiret
ticâretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin hocası Hammâd,
ticâret yapardı.Baş örtüsü satardı. Her gün, iki habbe kazanınca eşyâyı toplar
pazardan çıkardı. Büyüklerden bâzısı dükkâna, haftada iki gün giderdi.Bir kısmı
da, Cumâ'dan başka her gün gider, öğle namazında geri dönerdi. Bir kısmı
nihâyet ikindiye kadar alış veriş ederdi.Hepsi ihtiyâcı kadar kazanınca câmiye
gider, ibâdetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı.
6. Şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan
zâten, âsî, fâsık olur. Kalbine sıkıntı getiren şüpheliyi almamalıdır.
Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında haram şey
satanlarla alış veriş etmemelidir. Zâlimlere, fâsıklara veresiye satmamalıdır.
Çünkü, öldükleri zaman üzülür. Hâlbuki, zâlimler (yâni müslümanlara ve
İslâmiyete eli, dili ve kalemi ile zarar verenler) öldüğü zaman üzülmek
günahtır. Onlara yardım etmek câiz değildir. Velhâsıl, herkesle muâmele
etmemelidir. Doğru insan aramalıdır.
7. Alış veriş yaptığı kimse ile olan sözlerini,
hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesâb etmelidir. Kıyâmette,
bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı
rüyâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı, dedi. Önüme elli bin sahife koydular.
Yâ Rabbî! Bu sahifeler kimlerindir, dedim. Elli bin kişi ile alış-veriş
yapmışsın. Her sahife, bunların birisi ile olan muâmeleni göstermektedir,
dediler. Baktım, her sayfada bir kimse ile olan muâmelemin inceden inceye
yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen,
cezâsını çekecektir ve hiçbir şeyin yardımı olmıyacaktır."
Âhiretin dünyâdan daha iyi olduğuna inanan kimse,
bunların hepsini de yapabilir. Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı
fakîr yapar. Sonsuz saâdete, ebedî rahatlığa sebeb olacak, birkaç senelik
fakîrliğe elbette katlanılır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey kazanmak için,
fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara; bir rütbeye, dereceye
yükselmek için de nice mahrûmiyetlere katlanıyor. Hâlbuki, ölüm gelince, bütün
kazançlar elden çıkmakta, çalışıp çabalamaları boşuna gitmektedir.
Kendisi haramlardan ve şüphelilerden şiddetle
kaçınan İmâm-ı Gazâlî hazretleri helâl kazanmanın önemiyle ilgili olarak
buyurdu ki: Helâl kazanabilmek için, önce helâli öğrenmek lazımdır. Helâl ve
haram meydandadır. İkisi arasında şüpheli olanları tanımak güçtür.
Şüphelilerden sakınmayan, harama düşer.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Mü'minûn sûresi,
elli ikinci âyetinde meâlen buyuruyor ki: "Ey Peygamberlerim! (salevâtullahi
aleyhim ecma'în) Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!" İşte,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bunun için; "Helâl kazanmak her
müslümana farzdır." buyurdu ve yine buyurdu ki: "Bir kimse, hiç haram
karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile
doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden
giderir."
(Dünyâlık kazanmak için çalışmak günâh değildir.
Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günahtır.) Sa'd bin Ebî Vakkâs
radıyallahü anh dedi ki: "Yâ Resûlallah!(sallallahü aleyhi ve sellem) Duâ buyur
da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabûl etsin!" Cevâbında buyurdular ki: "Dua
kabûl olmak için, helâl lokma yiyiniz!" Peygamber efendimiz diğer hadîs-i
şerîlerinde şöyle buyurmuştur:
"Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri
haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur?"
"Haram yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri
kabûl olmaz." (Yâni sevâbına kavuşamazlar.)
"On liralık elbisenin, bir lirası haram olsa, o
elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz."
"Haram ile beslenen vücûdun ateşte yanması daha
iyidir."
"Malın helâlden mi, haramdan mı geldiğini
düşünmeyenler, Cehennem'e, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara
acımayacaktır."
"İbâdet on kısımdır, dokuzu helâl kazanmaktır."
"Helâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse,
günahsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar."
"Allahü teâlâ buyuruyor ki, haramdan kaçınanlara
hesâb sormaya utanırım."
"Bir dirhem fâiz (almak ve vermek), otuz zinâdan
daha günahtır."
"Haram maldan verilen sadaka kabûl edilmez.
Saklanırsa Cehennem'e gidinceye kadar, ona yolluk olur."
Ebû Bekr radıyallahü anh, hizmetçisinin getirdiği
sütü içti. Sonra helâlden olmadığını anlayınca, parmağını boğazına sokarak kay
etti, kustu. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra; "Yâ Rabbî!
Elimden geleni yaptım. Mîdemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana
sığınırım." diye yalvardı. Ömer radıyallahü anh da, Beyt-ül-mala âit zekât
develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı.
Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ buyuruyor ki: "Kanbur oluncaya kadar namaz
kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça, kabûl
edilmez, faydası olmaz." Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Haram para ile sadaka
veren, câmi yaptıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkıyan
kimseye benzer ki, daha çok pislenir." Yahyâ bin Muâz buyuruyor ki: "Allahü
teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın
dişleri de helâl lokmadır." Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî buyuruyor ki: "Hakîkî
îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helâl
yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye
kadar devâm etmeye sabretmek." Büyükler buyuruyor ki: "Kırk gün şüpheli lokma
yiyenin kalbi kararır ve lekelenir." Abdullah ibni Mübârek buyuruyor ki:
"Şüpheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekten daha
çok severim." Sehl bin Abdullah Tüsterî buyuruyor ki: "Haram yiyenlerin yedi
azâsı, istese de, istemese de günah işler.
Helâl yiyenlerin âzâsı, ibâdet eder. Hayır
işlemesi kolay ve tatlı gelir." Helâl kazanmanın ehemmiyetini gösteren daha
nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, verâ
sâhipleri haramdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Vüheyb ibni Verd idi ki,
nereden geldiğini anlamadan bir şey yemezdi. Bir gün annesi, buna bir bardak
süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden
aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış, dedi.Müslümanların
hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi.Annesi, oğlum, Allah sana rahmet
etsin, iç! dedi. O'na günah işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve
içmedi. Bişr-i Hâfî'ye (kuddise sirruh), ne yiyip, nereden geçiniyorsun?
dediklerinde, "Herkesin yediği yerden. Ama, yiyip de gülen ile yiyip de ağlayan
arasında çok fark vardır." buyurdu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri nefsin istediklerini
yapmaz, istemediklerini yapardı. İnsanlara nefis muhâsebesi yapmaları
gerektiğini bildirirdi. Her gün yaptığı işler sebebiyle kendini hesâba çekerdi.
Nefsine şöyle hitâb ederdi:
Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana
ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var. Ömrünü boş
şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, polislerin, kendisini
aradıklarını ve yakalayınca, îdâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence
ile geçiren kâtile benzer. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel
sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem'den biri, seni beklemektedir.Ecelinin,
bugün gelmeyeceği ne mâlum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına
gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyin etmemiş ve gece veya
gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın
gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha
çok ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini
görmüyor sanıyorsan, îmânsızsın! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve
hayâsızsın ki, O'nun görmesine ehemmiyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun
sana ey nefsim!
Hizmetçin sana itâat etmezse, ona nasıl kızarsın!O
hâlde, Allahü teâlânın sana kızmayacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer O'nun
azâbını hafif görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir
saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını,
dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeyecek
sanıyorsan, Kur'ân-ı kerîme ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât) inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü,
Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âyetinde meâlen; "Günah işleyen, cezâsını
çekecektir." buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun
sana ey nefsim!
Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni
affeder diyorsan, dünyâda, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık
çektiriyor ve tarlasını ekmeyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak
için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir,
istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana
ey nefsim!
Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini
söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle, bu sıkıntıyı
önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için dünyâda zahmete
katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar
zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiretteki zillet ve
alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun
sana ey nefsim!
Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara
katlanıyor ve hastalıktan kurtulmak için, bir yahûdî doktorun sözü ile, bütün
şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten
daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde,
yazıklar olsun sana ey nefsim!
Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan,
ölüm daha önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi, bugün
etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve
ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer
ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine
çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun
zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun
zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl
yapabilirsin. İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce, sıhhatin ve
sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin
bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!
Kışın muhtâç olacağın şeylerin hepsini, niçin
yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü
teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennem'in zemherîri,
kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı
değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhiret işlerinde
gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhiret ve kıyâmet gününe
inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise,
ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten
sonra, şehvet ateşinin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti
ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın
soğuğun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmeyeceğini sanan kimseye
benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için,
kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de
yaratmış ve insanlara elbise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni O'nun
ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde
değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için azâb
çekeceğini zannetme ve günahlarımın O'na ne zararı var ki, bana kızıyor deme!
Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve
şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yediği zehirden
ve içine giren zararlı şeylerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini
dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana
ey nefsim!
Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmet ve
lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennet'e ve Cehennem'e
inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden
alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar
sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O
hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa
ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da
toprak olacaksınız!İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş
pâdişâhları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da
bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ
ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir
mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin?
İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden
çıktı say ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil!
Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini
azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır!
Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmin.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerine senelerce hizmet edip,
tam ve geniş ilim öğrenen talebelerinden biri, birgün kendi kendine düşünüp:
Senelerce zahmet çekip çok şey öğrendim. Bu kadar çok ilimden bana en lüzûmlu
ve faydalısı acabâ hangisidir? Âhirette imdâdıma yetişecek, mezarda dünyâ
dostlarım beni yalnız bırakıp gittikleri zaman, bana arkadaş olacak, mezardan
kalkınca, ananın evlâdından, kardeşin kardeşinden, dünyâdaki dostların
birbirlerinden kaçıp, herkes başının çâresini aradığı vakit beni kurtaracak
olan acabâ hangisidir? Dünyâda, âhirette faydası olmayan acabâ hangileridir?
Bilsem de bunlardan uzaklaşsam. Çünkü, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve
sellem;
"Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan
korkmayan kalpten ve dünyâya doymıyan nefisten ve Allah için ağlamayan gözden
ve kabûle lâyık olmayan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun." buyurmuştur, diye
uzun zaman düşündükten sonra, anlamak için hocası olan Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı
Gazâlî'ye (Allahü teâlâ, onun kabrini nûr ile doldursun) mektup yazdı. Bununla
berâber birkaç zaman hayırlı duâ etmesini yalvardı ve bana kısa, açık ve
faydalı cevap veriniz de, her sabah okuyup, ona göre hareket edeyim, dedi.
Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, şu cevâbı yazıp
gönderdi:
"Ey sevgili oğlum ve sâdık dostum! Allahü teâlâ,
sana uzun ömürler verip, ömrünü ibâdetle ve O'nun gösterdiği yolda gitmekle
geçirmek nasîb eylesin! Bütün nasîhatler Peygamberimiz Muhammed sallallahü
aleyhi ve sellemden alınmıştır. O'ndan gelmeyen nasîhatler faydasızdır. Dünyâya
yayılmış olan bu nasîhatlerden, birisini bile almadın ise, senelerce yanımda
niçin kaldın ve niçin okudun?
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
dünyâya yayılan nasîhatlerinden biri şudur: "Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet
etmeyeceğine, ona gazab ve azâb edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası
dokunmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzûmsuz şeylerle öldürmesidir.
Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse,
ne kadar çok pişmân olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde
onun hayırlı işleri, yâni sevapları, kötü işlerinden, yâni günahlarından ziyâde
olmadı ise, Cehennem'e hazırlansın."
Bu hadîs-i şerîfin mânâsını iyi anlayanlara, bu
nasîhat yetişir.
Ameli, ibâdeti elden bırakma! Kalbe âit hâlleri ve
bilgileri unutma! Yâni hareketlerin ilme, hâllerin de, tasavvufa uygun olsun!
İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu
sana bir misâl ile anlatayım: Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında
tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr
olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de
bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sâhibi olursa
olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz. Diğer bir misâl,
bir tabîb hastalansa, hastalığını teşhis edip ilâcını da bilse ve bu ilâç
hakîkaten o hastalığa çok iyi gelse, ilâcı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu
iyi edemeyeceğini pekâlâ bilirsin.
Bir insan ne kadar ilim edinse, ne kadar kitap
okusa, bildiklerini yapmadıkça faydası yoktur.
İyi bil ki, çalışmayınca, din yolunda yürümedikçe
sevap kazanamazsın! Benî-İsrâil'den birisi senelerce ibâdet etmişti. Allahü
teâlâ, bunun ibâdetlerini meleklere göstermek istedi. Yanına bir melek gönderip
şöyle sordurdu: Daha ne kadar ibâdet edeceksin? Cennetlik olmadın mı? Cevâbında
dedi ki: Benim vazîfem kulluk yapmaktır. Emir sâhibi O'dur. Melek bu cevâbı
işitince: "Yâ Rabbî, sen her şeyi bilirsin. O kulunun cevâbını da duydun."
dedi. Cenâb-ı Hak; "O kulum, alçaklığı ile aşağılığı ile berâber bizden yüzünü
çevirmiyor, biz de ihsân ve merhamet sâhibi olduğumuzdan, elbette onu
bırakmayız. Ey meleklerim! Şâhid olunuz, onu affettim." buyurdu.
İlim öğrenmek ve kitap okumak için çok gecelerini
fedâ ettin ve çok tatlı uykularını kendine haram eyledin. Bilmem ki, niçin
kendini bu kadar harâb ettin? İlim öğrenmekten maksadın eğer dünyâ
menfaatlerini toplamak, şöhret, mevki sâhibi olmak ve müslümanlara büyüklük
göstermekse, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azâba sürüklemişsin!
Yok eğer maksadın İslâmiyete ve Muhammed aleyhisselâmın dînine yardım etmek ve
ahlâkını temizlemek ve nefsini kırmaksa, sana müjdeler olsun! Kendine ne güzel
ve ebedî istikbâl hazırlamışsın. İstikbâl, saâdet-i ebediyyeye kavuşmaktır.
Nasîhatlerin hülâsası, özü, Allahü teâlâya kulluk
ve itâat etmenin ne demek olduğunu bildirmektir. Tâat demek ve ibâdet demek,
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demektir. Yâni, bütün sözlerini
ve hareketlerini O'nun emir ve nehylerine uydurmak demektir. Yâni her
söylediğin ve her yaptığın, söylememen ve yapmaman, hep, O'nun emri ile
olmaktır. Şunu iyi bil ki, ibâdet şeklinde yaptığın işler, eğer O'nun emrine
göre değilse, ibâdet olmaz, belki günah olur. Eğer namaz ve oruç da olsa,
böyledir. Nitekim, Ramazan Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her
dört günü oruç tutmanın günah ve isyân olduğunu biliyorsun. Hâlbuki, oruç bir
ibâdettir. Fakat, emir ile olmadığından günah oldu. Bunun gibi, başkasından
zorla alınan elbise içinde veya böyle bir yerde namaz kılmak da günahtır.
Hâlbuki namaz bir ibâdettir. Fakat, emirle olmayınca isyân oluyor. Bunlar gibi,
bir kimsenin, nikâhlı hanımı ile her türlü oyun ve latîfeler yapması ibâdettir,
yâni sevaptır. Bunun sevâbı hadîs-i şerîf ile bildirilmektedir. Hâlbuki yapılan
şey oyun ve eğlencedir. Fakat emirle olduğundan sevaptır. Şu halde, ibâdet
demek, yalnız namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmiyetin
emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca,
ibâdet olurlar.
O hâlde, bütün sözlerini ve bütün hareketlerini
İslâmiyete uydur!Çünkü, kim olursa olsun, İslâmiyete uymayan ilimler ve
çalışmalar, doğru yoldan sapmaktır ve Allahü teâlâdan uzaklaşmaya sebeb olur.
Peygamber efendimiz bunun için, eskiden kalma ilimleri ve âdetleri neshetti,
değiştirdi. O hâlde, İslâmiyetin müsâadesi olmadan ağzını açmamak lâzımdır ve
iyi bil ki, senin öğrendiğin ilimlerle Allah yolunda gidilemez. Şunu da bil ki,
bu yol, kendilerine sûfî, yâni tarîkatçi ismini vererek, tarîkat büyüklerinin
yolunda olduklarını iddiâ eden câhillerin, mânâlarını anlamadıkları, İslâmiyete
uymayan sözleriyle de gidilemez. Bu yolda ancak, nefisle mücâdele edenler
gidebilir. Nefsin arzularını, şehvetlerini İslâmiyetin dışına taşırmamak
lâzımdır. Laf ile gidilmez. İslâmiyette yeri olmayan sözler ve ilimler ve
şehvet ile karışmış gâfil kalb, şekâvet ve felâket alâmetleridir.
Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve
öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri 1111 (H.505) senesi Cemazil-evvel
ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur'ân-ı kerîm okumakla
geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra
yanındakilerden kefen istedi.Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: "Ey benim
Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun." dedi. Odasına girdi. İçeride,
her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç
kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü
kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler.
Vefâtı, Tûs'ta ve duyulduğu İslâm ülkelerinde
büyük bir acı uyandırdı. İlim, irfan ehli ve halk onu kaybettiklerine günlerce
yanıp, ağladılar. Birçok edîb, âlim ve ârif, ölümüne mersiyeler yazdı. Çünkü
öyle bir kimse vefât etmişti ki, yerinin doldurulması çok güçtü.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine
Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc'ın koymasını vasiyet etmişti. Şeyh, bu vasiyeti yerine
getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü.
Oradakiler; "Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim!" dediler.
Cevap vermedi. Isrâr ettiler, gene cevap vermedi. Yemîn vererek tekrar ısrârla
sorulunca, o da mecbur kalarak şunları anlattı:
"Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın
içine koydum. Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften
bir ses bana şöyle seslendi. Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyid-ül-mürselin
Muhammed Mustafâ'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) eline koy. Ben denileni
yaptım. İşte, mazardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi
budur. Allah ona rahmet eylesin."
"Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı
Gazâlî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere
biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan müsbet
ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup güzel
ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı
olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî'de
eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir.
Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişler
ve netice olarak İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl
etmeyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini
bildirmişlerdir.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddididir.
Vazifesi; din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmak, açıklamak ve
herkese öğretmektir.
Hocası İmâm-ül-Harameyn el-Cüveynî şöyle der:
"Gazâlî, ilimde büyük bir denizdir." Talebesi, Muhammed bin Yahyâ da; "İmâm-ı
Gazâlî, ikinci İmâm-ı Şâfiî'dir." demiştir.
Es'ad Mîhenî de şöyle der "Gazâlî'nin ilmi ve
üstünlüğü, kolay kolay anlaşılmaz. Bunu ancak, onun derecesinde olanlar veya
onun aklının kemâline yaklaşabilenler anlar."
Ebû Zeyd Endülüsî yine şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında rüyâmda gördüm ki, İmâm-ı Gazâlî,
bir hınzırın (domuzun) boynuna zincir takmış çekip götürüyordu.
"Bunu neden böyle gezdiriyorsun?" dedim.
"Bu öyle betbaht bir kimsedir ki, zulmete
dalmıştır. Bize dil uzatanların hâli ve cezâsı budur." buyurdu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir
gün bana bir taş lâzım oldu. Dışarı çıkıp almak için hangi taşa elimi uzatsam,
taş altın veya cevher oluyordu. Baktım, elimi uzattığım her taş cevher oldu.
Nihâyet bir taş bulamadan eve geri döndüm."
Eserleri: İmâm-ı Gazâlî, ömrü boyunca gece gündüz
devamlı yazmış büyük bir İslâm âlimidir. Eserlerinin sayısının bine ulaştığı,
Mevdû'ât-ül-Ulûm kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400'ünün isimleri Şeyh
Ebû İshâk Şîrâzî'nin Hazâin kitabında yazılıdır. Eserleri üstünde Avrupalılar
geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P.Bouyges adlı
müsteşrik, Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli kitabında, İmâm-ı
Gazâlî'nin 404 kitabının ismini yazmıştır. Meşhûr müsteşrik Brockelmann da
Geschichte Der Arabischen Litterature adlı eserinde, İmâm-ı Gazâlî'nin
eserlerinden 75 tânesinin listesini vermiştir. 1959'da, dört Alman ordinaryüs
profesörü, İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını okuyarak, İslâm dînine âşık olmuşlar
ve İmâm'ın kitaplarını Almancaya çevirmişler ve İslâmiyeti kabûl etmişlerdir.
İslâm dünyâsının mâruz kaldığı Moğol felâketi
esnâsında, yakıp yıkılan binlerce kütüphâne içinde, İmâm-ı Gazâlî'nin birçok
eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten, bu güne kadar eserlerinin tam bir listesi
ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyâsı, bu husustaki eksikliğini
tamamlayamamıştır.
Eserlerinden bir kısmı şunlardır:
1) İhyâu Ulûmid-Dîn, 2) Kimyâ-i Seâdet, 3) Vasît,
4) Basît, 5) Vecîz, 6) Hulâsâ, 7) Erbeîn, 8) El-Maksad-ül-Esnâ, 9) Mustasfâ
(Usûl-i fıkha dâirdir.), 10) Bidâyet-ül-Hidâye, 11) Tahsin-ül-Meâhiz, 12)
El-Münkızü Aniddalâl, 13) Şifâ-ül-Celil fî Beyâni Meslek-üt-Ta'lil, 14)
El-İktisâd fil-İ'tikâd, 15) Mi'yâr-ün-Nazar, 16) Mehakk-ün-Nazar
(Mahall-ün-Nazar), 17) Beyân-ül-Kavleyn, 18) Mişkât-ül-Envâr, 19) El-Müstazhirî
(Bâtınîlere reddiyedir.), 20) Tehâfüt-ül-Felâsife, 21) El-Makâsıd fî Beyâni
İ'tikâd-ül-Evâil (Makâsıd-ül-Felâsife), 22) İlcâm-ül-Avâm an İlm-il-Kelâm, 23)
El-Gâyet-ül-Kusvâ, 24) Cevâhir-ül-Kur'ân, 25) Beyânü Fedâih-il-İmâmiyye, 26)
Gavr-üd-Devr (Gâyet-ül-Gavr fî Dirâyet-üt-Devr), 27) Dürret-ül-Fâhire (Kıyâmet
ve Âhiret adıyla İhlâs Holding A.Ş. yayınladı.) 28) Er-Risâlet-ül-Kudsiyye, 29)
Fetâvâ, 30) Mîzân-ül-Amel, 31) Kavâsım-ül-Bâtıniyye (Bâtınîlere reddiyedir.),
32) Hakîkât-ür-Rûh, 33) Kitâbü Esrârı Muâmelât-id-Dîn, 34) Akîdet-ül-Misbâh,
35) El-Minhâc-ül-A'lâ, 36) Ahlâk-ül-Envâr, 37) El-Mi'râc, 38) Hüccet-ül-Hak,
39) Tenbîh-ül-Gâfilîn, 40) Kıstâs-ül-Müstekîm,
41) Hülâsât-üt-Tasnîf fit-Tasavvuf, 42) Acâib-ül-Mahlûkât (İlcâm-ül-Avâm,
el-Münkızü Aniddalâl ve Kimyâ-i Seâdet kitapları İhlâs A.Ş. tarafından
bastırılmıştır.), 43) El-İmlâ fir-Reddî Alel-İhyâ. Bu eseri, İhyâu Ulûmiddîn
adlı eserini tenkid etmeye kalkışanlara cevap olarak yazmıştır.
Eyyühelveled kitabı Arapçadır. Farsça tercümesi,
Bursa'da Orhan Câmii Kütüphânesinde mevcuttur. Bu kitap, 1945'te kurulmuş olan
Milletlerarası İlim Yayma Teşkilâtı (UNESCO) tarafından 1951'de Fransızca,
İngilizce ve İspanyolcaya tercüme edilerek hepsi basılmıştır. Türkçesi Hak
Sözün Vesikaları adlı kitabın içinde bir bölüm olarak İhlâs A.Ş. tarafından
yayınlanmıştır.
EY MUSTAFÂ
ÜZÜLME
Seyyid Mustafâ Bekri anlatır: "Ben, Medîne-i
münevverede Mescid-i Nebevî'nin hizmetkârı, temizleyicisiydim. Her akşam
Resûlullah efendimizi rüyâda görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm
buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi yapmışım, diye sevinirdim. Bir akşam
Resûlullah efendimizi ağlarken gördüm ve çok üzüldüm. Resûlullah efendimiz bana
dönerek buyurdu ki: "Ey Mustafâ, sen üzülme! Hizmetinde bir kusûr işlemedin.
Benim ümmetimin âlimlerinden, benim ismimi taşıyan birisi vefât etti."
Sonra öğrendik ki, o gün İmâm-ı Gazâlî hazretleri
vefât etmiş.
RÜYÂDA YENEN
SOPA
Batıda Ebü'l-Hasan ibni Harezhem adında bir imâm
vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca beğenmeyip onu
yakmayı emretti. Halkın elinde bulunanları da toplayıp bir Cumâ günü
yakılmasını kararlaştırdılar. O Cumâ gecesinde Ebü'l-Hasan rüyâsında: Kendi
ders okuttuğu câminin kapısından içeri girdi. Bir de ne görsün; câminin içinde
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve yanında Ebû Bekr radıyallahü anh ve
Ömer radıyallahü anh oturuyorlardı. İmâm-ı Gazâlî de orada ayakta duruyordu ve
elinde İhyâ kitabını tutup: "Ey Allah'ın Resûlü! Şu kimse benim hasmımdır."
deyip, sonra dizleri üzerine çöktü. İhyâ kitabını Resûlullah'a verip: "Yâ
Resûlallah, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete
uymayan, esâsa muhâlif bir yanlışlık varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim.
Eğer sizin bildirdiğiniz dîne uygunsa, bu adamdan hakkımı alıp beni
sevindirin." dedi. Bunun üzerine Resûlullah, İhyâ kitabını baştan sona kadar
inceledi ve; "Vallahi bu elbette güzel bir kitaptır." buyurdu, sonra onu
hazret-i Ebû Bekr'e ve hazret-i Ömer'e verdiler. Onlar da inceleyerek, bu kitap
elbette güzeldir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah:
"Adı geçen Ebü'l-Hasan'ın elbisesini soyun, iftirâ
edenlere vurulduğu gibi had vurun." buyurdu. Beşinci sopadan sonra hazret-i Ebû
Bekr; "Yâ Resûlallah böyle yapması yine senin sünnetini tâzim içindi. Fakat
yanıldı." dedi. İmâm-ı Gazâlî de affetti.
Ebü'l-Hasan uyanınca gördüklerini talebelerine
anlattı. Tövbe etti.Bir ay, rüyâsında yediği sopaların acısından rahatsız oldu,
canı yandı. Sonra geçti, fakat ölünceye kadar sopaların izi sırtında görüldü.
Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi.
1)
Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.6, s.191
2)
Miftâh-üs-Se'âde; c.2, s.332
3)
El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.173
4)
Tebyînü Kizb-ül-Müfterî; s.291
5)
Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.10
6)
Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.216
7)
Menâkıb-ı Gazâlî; v. 1a-b, 2a-b, 3a-b, 4a-b, 5a-b, 6a-b,
SüleymâniyeKütüphânesiHacı Mahmûd Efendi kısmı8) Menâkıb-ı İmâm-ı Gazâlî v.4b,
5a, 9a, 13a, 14b, 23a-b, 24a-b, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd
EfendiKısmı, 9) İhyâu Ulûmiddîn; c.1, s.3, 4, 5, 95, c.2, s.112, c.3, s.62,
c.4, s.3, 11, 450, 558, 562
10)
Kimyâ-i Seâdet; c.1, s.61, 109, 283, 288, c.2, s.427, 444, 647, 673, 771, 862
11)
El-Münkızü Aniddalâl; s.11
12)
Tehâfüt-ül-Felâsife; s.3,4
13)
Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (48. Baskı) s.1063
14)
Kıyâmet ve Âhiret (5. Baskı); s.66
15)
Hak Sözün Vesîkaları (Eyyühelveled) (2. Baskı); s.323
16)
Fâideli Bilgiler; s.310
17)
El-A'lâm; c.7, s.22
18)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.266
19)
Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.12, 23, 24, 36, 148, 244, 607, 887, c.2, s.1304, 1918,
2007, 2048.
20)
İzâh-ül-Meknûn (Keşf-üz-Zünûn Zeyli); c.2, s.43, 103, 370, 536
21)
Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.79, 81
22)
Mevdû'ât-ül-Ulûm; c.1, s.804
23)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.5, s.3277
24)
Nefehât-ül-Üns; s.404
25)
Rehber Ansiklopedisi; c.6, s.137
26)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.107
27)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.283
|