Tarihin silbaştan yeniden yapıldığı bir süreçte, bizi ve dünyayı nasıl bir geleceğin beklediği ve tarihin yapılmasında yeniden nasıl kilit roller oynayabileceğimiz meselesi üzerinde kafa yormak zorundayız. Büyük tarihçi Fernand Braudel, dünyada olup bitenleri nasıl anlayıp anlamlandırabileceğimize ilişkin çok sade ama enfes bir formül sunar bize: "Bugünü anlayabilmek için, tarihi seferber etmek zorundayız." Tarihi seferber etmek demek, tarihe, en büyük birim olan medeniyetler tarihi açısından bakmak demektir. Bu da bizi, tarihe uzak, orta ve yakın kontekst olmak üzere üç düzlemde bakabileceğimiz sonucuna götürür.. Uzak kontekstte karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Dünya tarihinin şekillenmesinde Antik Yunan sivilizasyonuna kadarki süreçte aynı zaman dilimi içinde Hint Medeniyeti, Çin Medeniyeti, Afrika ve Amerika Medeniyetleri, Mezopotamya medeniyetleri ve Mısır medeniyeti gibi kadîm medeniyetler kurucu, kilit roller üstlenmişlerdir. Bugüne kadar İslâm medeniyetinin de, Batı sivilizasyonunun da gerçekleştirdiği büyük atılımlar, kadîm medeniyetlerin yeşerttikleri birikimler üzerine bina edilen atılımlardır. Orta kontekst, Antik Yunan'la birlikte Batı sivilizasyonunun tarih sahnesine çıkması ve İslâm medeniyetinin hem Antik Yunan'daki, hem kadîm medeniyetlerdeki medeniyet birikimlerini vahyin hayat bahşeden yaratıcı ruhu ve kurucu iradesi doğrultusunda hem yaşatması, hem de kendine malederek bütün insanlığın beşerî, kadîm ve vahyî mirasına sahip çıkmasıyla şekillenmiştir. Orta kontekstte iki kilit aktör ve tek bir mekân, bugünün dünyasının şekillenmesinde kilit rol oynuyor: Batı sivilizasyonu ile İslâm medeniyeti ve Doğu Akdeniz coğrafyası. William McNeill, "Antik Yunan pagan sivilizasyonunun tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte dünyanın dengesinin bozulduğunu" söyler: Böylelikle "her şeyin anası savaştır" ilkesi/zliği/nden yola çıkılarak Batı sivilizasyonunun çatışmacı temelleri atılmış ve bu günümüze kadar böylece devam etmiştir. Dolayısıyla burada bir Doğu-Batı çatışması değil, Batı-Dünya çatışması vardır: Batılıların yerküre üzerindeki mevcut bütün kültürleri ve medeniyetleri yok etmeleriyle veya etkisiz hâle getirerek kendilerine boyun eğdirmeleriyle sonuçlanan, özetle insanlığa karşı girişilen paranoyakça bir savaştır bu. Batılılardaki mevcut terör paranoyasının kökenleri Batı tarihinde gizlidir! Yakın kontekstte, Batılıların insanlığa karşı sürdürdükleri savaş, sömürgecilik ve emperyalizm tecrübelerinin sonucunda 20. yüzyılda zıvanadan çıkmış; dünya tarihinin tanık olduğu en büyük iki dünya savaşıyla Batı'yı da kana bulamış ve tarumar etmiştir. Batılıların yüzyıl önce Şark meselesi diye ortaya attıkları mesele, aslında, bir İslâm meselesi'dir; yani, Batılıların saldırganlıklarına karşı tek direnme kaynağı olduğunu çok iyi gördükleri, İslâm'ı tarih sahnesinden silme meselesidir. Batılılar, Osmanlıları, dolayısıyla Osmanlı medeniyetinin temsil ettiği iddiayı yok ederek Şark meselesinin birinci ayağını gerçekleştirmeyi başardılar. Şu ân dünyanın karşı karşıya kaldığı bütün sorunların kökeninde ve merkezinde, Türkiye'nin İslâmî iddialara, İslâm'a dayalı esaslı bir medeniyet iddiasına sahip olmasını önleme çabası, kaygısı ve kavgası gizlidir. Bu gerçeği, en iyi gören millet, İngilizlerdir: Tam yüzyıl önce İngiliz İmparatorluğu'nun başbakanı Gladstone, Avam Kamarası'nda aynen şunu söylemişti: "Biz bu Türkleri, savaş meydanlarında yenemiyoruz. Türkleri yenebilmenin tek yolu var: Bu Kur'ân'ı ellerinden almak." Bugün, İngiliz Başbakanının yüzyıl önce sözünü ettiği şey gerçekleşti: Kur'ân elimizden alındı; öyle ki, 12 yaşına kadar çocuklarımıza Kur'ân eğitimi vermemiz yasaklandı. Ve bizim İslâmî iddialara, İslâm'a dayalı esaslı bir medeniyet iddiasına sahip çıkmamız her bakımdan engellendi. Bugün bir başka İngiliz, Michael Portillo, Şark Meselesi'nin ikinci ayağını, bu kez, üstelik de bizim kendi ellerimizle yapmamızı istiyor bizden tıpkı dedesi Gladstone'un izinden giderek bize aynen şöyle diyor: "Türkiye'de laiklik güvence altında değil. Türkiye'nin köktenciliğe dönmesi (yani, İslâmî iddialarına yeniden sahiplenmesi) tehlikesi hâlâ geçerliliğini sürdürüyor. Eğer Türkiye, laikliğe değil de köktenciliğe dönmeye (yani, İslâm'a dayalı iddialara yeniden sahiplenmeye) kalkışırsa, bu, hem Rusya, hem ABD, hem Avrupa, hem de İsrail için büyük bir felâket olur." Dikkatinizi çekerim: İngilizler hâlâ aynı yerdeler ve aynı rüyayı görüyorlar: Türkleri İslâm'dan, İslâmî iddialara sahiplenmekten vazgeçirmek. Onun için de Türkiye'nin kendine özgü bir medeniyet projesini geliştirmesine imkân tanıyacak tüm yolları tıkamak ve bir medeniyet projesi olarak AB'ye dahil ederek, Türkleri orada kontrol etmek ve yutmak. Peki, biz nerdeyiz? Biz, de İngilizler gibi, dün durduğumuz yerde muhkem bir şekilde durabiliyor muyuz? Neden duramıyoruz? Tıpkı İngilizler gibi kendi iddialarımıza ve rüyalarımıza sahip çıkabiliyor muyuz? Neden sahip çıkamıyoruz? Bizi dünyaya maskara ve rezil eden şu hâle bakar mısınız: Siyasî yapımızı, toplumsal kurumlarımızı, kültür, medya ve eğitimimizi KENDİ ELLERİMİZLE LAİKLEŞTİREREK SÖMÜRGELEŞTİRDİK VE BATILILARIN BİLE ASL YAPMAYA CESARET EDEMEYECEĞİ ŞEKİLDE İSLM'DAN ARINDIRDIK VE TEMİZLEDİKK. Yanikendi kendini sömürgeleştiren tek ülke olarak tarihe geçtik! Tersi dönmüş ahmaklık diye buna deniyor galiba! Bu, bir milletin kendi kendini yokediş serüveni değil de nedir, söyler misiniz bana? Bu millet, tarihin yeniden yapıldığı, haritaların yeniden çizildiği, dünyanın büyük bir bunalımın eşiğinden geçtiği ve tüm insanlığın bizim o asîl iddialarımıza her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde, bu ülke, o asîl iddialarına daha bir coşkuyla ve heyecanla sahiplenmek yerine, o iddiaları nasıl terk eder ve kendi elleriyle yok eder? İddialarını kendi elleriyle yok etmeye kalkışan bir ülke, nasıl olur da varlığını korumayı başarabilir; var mı bunun bir örneği dünya tarihinde? Bilen varsa beri gelsin… |