Hürriyet’in (16 Ocak tarihli) sürmanşetinde ömrünü yurtdışında sürgünde geçirmek zorunda kalıp, nihayet yaban ellerde ölen Osmanoğulları’na ilişkin yazı dizisinin (Murat Bardakçı imzalı) anonsunu okuyunca, içim ‘cız’ etti. Bu hanedan ki, kurduğu devletle bizi en az beş yüz sene zirvede tutmuştu, buna karşılık paylarına sürgün düştü. Yaban ellerde geçinebilmek için kamyon şoförlüğü, oto tamirciliği, seyyar satıcılık, garsonluk, hatta mezar bekçiliği yaptılar’ Öldüklerinde ise, kendi ülkelerinde bir mezar yerini dahi çok gördük de, Hıristiyan mezarlıklarında, haçların gölgesinde yatmalarına göz yumduk. Hadi diyelim ki, Sultan Vahdettin suçluydu, kusurluydu, cezalandırılmayı hakketmişti (ki, bu kesin değildir); peki ama yönetime asla karışmayan kadınlarla henüz reşit bile olmayan çocukların ne suçu vardı’ Malum: 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti kuruldu. İstanbul’da ise Sultan Vahidüddin vardı. İstanbul zaten işgal altındaydı ve Padişah’ın varlığı sembolik anlamda sürüyordu. İnisiyatif Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin elindeydi. Yine de rejimin gerçek karakteri henüz belirgin değildi. Belirsizlik Mudanya Mütarekesi imzalanıncaya kadar sürdü. Vatan topraklarının büyük bölümü işgal altında iken, muhtemelen, Türkiye Büyük Millet Meclisi, rejim tartışması açmak istemiyordu. O taktirde cephelerde ‘Halife-i Ruyi Zemin için’ savaştığına inanan insanların yüreği çözülebilir, moral güç çökebilirdi. Ancak Mudanya Mütarekesi’nden sonra rejim konusu Ankara’da kapalı kapılar ardında seslendirilmeye başlandı. Saltanat kaldırılacaktı, ancak bunun bir bahanesi olmalıydı. O bahane kendiliğinden geldi. Zira İtilaf Devletleri, Lozan'da toplanacak barış konferansına hem Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni, hem de Osmanlı Hükümeti’ni davet etmişlerdi. Sadrazam Tevfik Paşa, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta; Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliği kaldırmayı ve barış müzakerelerine birlikte katılmayı teklif etti. Mustafa Kemal Paşa teklifi reddetti. Ankara ile İstanbul arasındaki ikilemin devletin yeniden yapılanmasını engelleyeceğini düşünüyordu. Ona göre ikilemin ortadan kalkması saltanatın ortadan kalkmasıyla mümkündü. Zaten saltanat, 20 Ocak 1921'de kabul edilen Anayasa’daki ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ prensibi ile bağdaşamazdı. Yakın arkadaşlarıyla konuştu ve seksen imzalı bir tasarı ile Büyük Millet Meclisi’ne saltanatı kaldırma teklifini sundu. Meclis'te bu hususta fikir ayrılığı vardı. Bazı milletvekilleri millet için tarihi kıymeti olan saltanatın en azından bu anlamıyla devamını savunuyorlardı. Bir kısmı da, ‘saltanat zaten bitmiştir, bitmiş bir şeyin sembolik olarak devamına gerek yoktur’ görüşündeydi. Tedrici bir geçiş öngörüldü. Buna göre saltanat hilafetten ayrılacak, saltanat kaldırılıp hilafet sürdürülecekti. Meclis’teki sert müzakerelerden sonra tasarı ‘Teşkilatı Esasiye’, ‘Şer'iyye’ ve ‘Adliye Komisyonu’ üyelerinden meydana gelen karma bir komisyona verildi. Bu komisyonun başkanlığına Kırşehir Meb'usu Hoca Müfit Efendi seçildi. Konu görüşülmeye başlandı. Karma Komisyondaki üyelerin çoğu hilafetin saltanattan ayrılamayacağı görüşündeydiler. ‘Hilafet saltanattan koparılırsa güçsüzleşir, İslâm dünyası nezdindeki itibarını yitirir’ diyorlardı. Görüşmelerin bir yerinde Mustafa Kemal Paşa bir masanın üzerine fırladı: ‘Efendiler’ diye bağırdı, ‘saltanat bitmiştir. O kalkar mı, kalkmaz mı diyenler kelleleriyle oynuyorlar. Sizin vazifeniz kalkmış olan saltanatın formülünü bulmak. O kadar". Formül beş dakikada bulunuverdi. (İsmail Habib Sevük, 29 Ekim 1953, Cumhuriyet Gazetesi) Ve saltanat hilafetten ayrıldı. (1 Kasım 1922) Sultan Vahidüddin artık padişah değil sadece ‘halife’ idi. Fakat kendisine Ankara’dan öyle ürkütücü ve incitici haberler gelecekti ki, hayatını ve hilafetini kurtarma telaşıyla atalarının yurdunu terk edecekti. (17 Kasım 1922) Devlete ait tek kuruşa elini sürmedi. Hatta okumak için aldığı el yazması değerli kitapları bile makbuz mukabilinde iade etti. Meclis, Abdülmecid Efendi’yi ‘Halife’ olarak atadı. Ama bu da uzun sürmeyecek, kısa bir süre sonra ‘Halife’nin Padişah gibi davrandığı’ gerekçe gösterilerek tüm hanedan mensuplarından ‘bir gece içinde’ ülkeyi terk etmeleri istenecekti. İşte buna ilişkin talimatın bir gazetede yayınlanmış şekli: ‘Osmanlı Hanedanı’nın bütün erkekleri bugün akşama kadar hudutlarımızı terke mecburdurlar. Malum olduğu gibi bunların bir kısmı dün muhtelif yerlere gitmişler, bir kısmı da bugün gitmek üzere kalmışlardır. Hanedan azası önce gidecekleri yerleri tespit ettikten sonra polis müdürlüğü gidecekleri memleketlere kadar aile biletlerini almış ve harcırahlarını vermiştir. Polis Müdür Muavini Kamil Bey ayrıca hanedan azasının her birine birer senet mukabilinde bin lira (125 sterlin) vermiştir. ‘Vali Haydar ve Emniyeti Umumiye Müdürü Muhittin Beylerin verdikleri izahata göre bu alelhesap verilmiş bir miktar olup bir müddet sonra gidenlere ihtiyaçlarını temin etmek üzere para gönderilecektir.’ (Akşam Gazetesi, 7 Mart 1925) Tabii o para hiçbir zaman ellerine ulaşmadı. Yurtdışında geçerli bir meslekleri olmadığı için de (hanedana mensup erkeklerin hepsi askerdi) sefil oldular. Bugün için, en azından mezarlarının Türkiye’ye nakli, bize büyük bir imparatorluk armağan etmelerine karşılık, sürgünde ölmeye mahkum ettiğimiz Hanedan’a karşı işlediğimiz ‘suç’u biraz olsun hafifletebilir. |