EHLİYETİ, liyakati, icazeti, ilmi, irfanı olmadığı halde herkesin ictihad yapması gerektiği bozuk fikrini Farmason Cemaleddin Efgâni çıkartmıştır. Aradan bir asırdan fazla zaman geçti ve bu bozuk fikir, İslâm dünyasını tahrip ve tarumar etti. Müslümanlar arasında dinî konularda verimsiz tartışmalar başladı, her kafadan ayrı bir ses çıktı, birlik bozuldu. Reformcular ve ictihadçılar, suret-i haktan görünerek şöyle diyorlar: - Bizim dinimizin ana kaynağı Kur’ân değil mi? Ondan sonra Peygamberin sünneti, hadisleri değil mi? Her Müslüman alsın eline Kitabullah’ı ve Sünnet-i Resulullah’ı ve dinini doğrudan doğruya bunlardan öğrensin. Ne kadar parlak, ne kadar yaldızlı bir söz... Kur’ân ve Sünnet elbette iki ana kaynak. Ancak herkes bunlardan dinî, fıkhî, şerî hüküm çıkartabilir mi? Asla çıkartamaz. Al anayasayı ve kanunları eline, kendi kafana göre hüküm ver, yorum yap... Olur mu böyle şey. Anayasadan ve kanunlardan hüküm çıkartmak, onları yorumlamak ehliyetli, ruhsatlı, vazifeli, yetkili hukukçuların işidir. Herhangi bir kimse beyin cerrahîsi kitabını alarak beyin ameliyatı yapabilir mi? Kur’ân elbette bizim kutsal Kitabımızdır. Onu ibadet kastıyla okuruz, muteber ve güvenilir tercüme, meal ve tefsirlerinden ders alırız. Emir, yasak ve öğütlerini öğreniriz, ondaki kıssalardan ibret alırız, hatta bazen onu şifa bulmak için bile okuruz. Lakin asla kendi kafamıza, kendi hevamıza, kendi re’yimize göre ondan din, itikad, fıkıh, Şeriat hükmü çıkartmayız. Bu iş, mutlak müctehidlik derecesine çıkmış büyük din âlimlerinin işidir. Onlara eimme-i müctehidîn denir. Biz Müslümanlar kurtulmak istiyorsak, din konusunda laubalilikten, heveskârlıktan, ciddiyetsizlikten kaçınmamız gerekir. Bir ara ülkemizde Mealciler diye bir grup türemişti. Bunlar Arapça bilmezlerdi, din ilimlerini okumamışlardı, ellerine Kur’ân tercümeleri ve mealleri alıp kendi kafalarına göre dinî yorum yaparlardı. Din kumaş, onlar makastı. Kes babam kes, biç babam biç... Bazıları biraz sarf, nahiv okumuşlardır. Daraba Zeydun, ‘Amra... Zeyd ile Amr’ın kavga ettiğini öğrendiler ya, kendilerini alim zannederler ve yüce Kitabullah’a mânâ vermeye, onun yorumunu yapmaya kalkarlar. Bu da, eski tabirle bir had-nâ-şinaslıktır, yani kendini bilmezliktir. Sözü fazla uzatmayayım, ehliyeti, liyakati, icazeti olmadığı halde Kur’ân’dan hüküm çıkartmak, ictihada yeltenmek çok yanlış bir şeydir. Müslümanlar, din konusunda şu hususlara dikkat etmelidirler: (1) Resulullah Efendimizden bugüne değin, Ehl-i Sünnet ulemasının karnen bade karnin bize ulaştırmış oldukları Ehl-i Sünnet Müslümanlığı bir bütün olarak kabul edilecektir. (2) Bu Müslümanlıktan zerre kadar, en ufak şekilde taviz verilmeyecektir. En ufak bir değişiklik yapılmayacaktır. En ufak bir sapma olmayacaktır. (3) Mevdudî’nin, Kur’ân’da Dört Terim adlı kitabında iddia ettiği gibi, ümmet-i Muhammed 3’üncü hicrî yüzyıldan sonra dinin dört ana esasını yitirmemiştir. İslâm’ın esasları günümüze kadar korunarak, aslına uygun şekilde aynen gelmiştir. (Mevdudî’nin bu iddiasına çağımızın büyük Ehl-i Sünnet âlimi Ebu’l Hasan Ali Nedvî “İslâm’ın Siyasi Yorumu” kitabıyla gereken cevabı vermiştir. Akabe yayınları, İstanbul) (4) İslâm dininde reform yapılamaz. Çünkü o indirilmiş (münzel), ilahî dindir. Reform, asıllarından uzaklaşmış, indirilmiş olmaktan çıkıp, uydurulmuş dinî sistemlerde olur. (5) Dinimizin muhkem (kesin) hükümlerinde ilave, çıkartma, tadilat, değişiklik yapılamaz. (6) Ehil olmayanların din konusunda kendi heva, heves ve re’yleriyle konuşmaları ümmet içinde tefrikaya, bölünmeye, çekişip tepişmeye yol açar. Bunun neticesinde Müslümanlar birliklerini yitirirler, zelil ve esir olurlar. Bugün olduğu gibi... (7) Zamanımızda birtakım Müslüman müsteşrikler (oryantalistler) gayr-i müslimlere, Amerikalılara, Avrupalılara, Siyonistlere hoş görünüp yaranmak için, dinimizi kabul edilmesi mümkün olmayan bir şekilde yorumlamaktadırlar. Bu gibi yorumların hiçbir kıymeti yoktur. Aklı başında bir Müslümanın bunlara asla iltifat etmemesi gerekir. (8) Müslüman âlimlerin vazifesi gayr-i müslimlerin gözüne hoş görünmek değildir; onları irşad etmektir, onları İslâm’a davet etmektir. Bendeniz din âlimi değilim. Peki, bu gibi yazıları niçin yazıyorum? Dikkat buyurulacak olursa, kendi kafamdan bir şey ilave etmiyorum. Mevcudun olduğu gibi muhafazasını teklif ediyorum. Kendi heva ve re’yi ile ictihad eden reformcu bir ilahiyatçı yanılır da, bendeniz yanılmam. Niçin yanılmam? çünkü kendi hevamla, re’yimle konuşmuyorum. On dört asırdır tekrarlanan bir şeyi söylüyorum. Din dediğimiz vakit iki şey anlaşılır: 1. Hazret-i Âdem’den beri usulü (temelleri) değişmemiş olan İslâm dini. 2. Tahrife uğramış dinler. Reformcuların, diyalogcuların iddia ettikleri gibi “Üç İbrahîmi din” yoktur. Bir tek İbrahîmi din vardır, o da İslâm’dır. Kur’ân-ı Kerim Hazret-i İbrahim için “İbrahim Yahudi ve Nasranî değildi; o Hanîf ve Müslim’di” buyuruyor. Kalkmışlar birtakım diyalogcular, üç İbrahîmi din edebiyatı yapıyorlar. El insaf!.. |