Soru:
Üstad Said-i Nursi'nin şu
sözünü nasıl anlamalıyız: "Hristiyanların mazlumları şehit olarak ölür."
Cevap: Said Nursi
merhumun bu sözü, bildiğim kadarıyla Kastamonu Lahikası'nda (Mektup no:
75, s. 1615) geçmektedir. Oradaki ifadeleri şöyledir:
"… Şiddet-i şefkat ve
rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve
musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler,
açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:
"Böyle musibetlerde kâfir de
olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok
ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne
geçiyor.
"Üç dört aydır ki, dünyanın
vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk
çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm
şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
"O musibet-i semaviyeden ve
beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden
ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun
şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti
hiçe indirir.
"On beşinden yukarı olanlar,
eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır.
Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir
lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i
hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi
karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları
çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan
ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir
ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında
medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen
gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye
hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem
ve şefkatten tesellî buldum."
Konuyla ilgili bir diğer
ifadesi de şöyledir:
"… Ehl-i vukuf raporundan
anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, bize karşı bütün muarız tâifeleri mağlûp ediyor
ki, Hüccetullahi'l-Bâliğa ve İhtiyar ve İhlâs Risalelerini tekrarla nazar-ı
dikkati celb ediyorlar. Hem gayet sathî ve cevapları pek zâhir ve güya
müteassıbane hocavâri tenkitleri ve hiç münasebeti olmayan ve hakikî mutabık
olan meseleleri anlamadan "mâbeynlerinde tezat var" demeleri ve risalelerin
yüzde doksanını tamamıyla çekinmeyerek tasdik ve takdirleri ve teslimleri
Hücumat-ı Sitte Zeylinin pek şiddetli bir surette yeni icadlara fetva verenleri
cerh ve tezyif etmesine mukabil, yalnız "nezahet-i lisaniye" demişler. Ve
dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanlar âhir zamanda bir
nevi şehid olabilir dediğimi, baş açık namaz kılmak ve Türkçe ezan okumaya
Zeylin şiddet-i hücumunu zıt göstermeleriyle iktifa etmeleri, kat'iyen onların
Risale-i Nur'a karşı mağlûbiyetlerini gösteriyor kanaatini veriyor." (Onüçüncü
Şua, 1022)
Bir insanın uhrevî akıbetini
belirleyen yegâne kıstas sahih iman sahibi olup olmadığı ise ve dahi
Hristiyanlar "teslis akidesi"ne müntesip bulunduğuna göre, ister mazlum,
ister zalim olarak ölsün, küfür ve şirk üzere terk-i dünya
edenlerin ebedî azaba düçar olacağını söylemek durumundayız.
Eğer yukarıdaki iktibaslarda
geçen "Hazreti İsa'ya mensup Hıristiyanlar" ve "dindar Hıristiyanlar" tabirleri
(Necaşi örneğinde olduğu gibi) "şirk içinde olmayan ve Son
Peygamber (s.a.v)'i hak peygamber olarak tanıyan Hristiyanlar"ı
anlatıyorsa, bu durumda bulunan herkesin kurtuluşu bahis konusudur. Tersinden
söylersek, bir kişi veya topluluğun, Hristiyanlık, Yahudilik veya
bir başka şirk itikadının müntesibi olarak ömür sürüp ahirete göçtüğü
halde, sırf dünya hayatını şu veya bu biçimde geçirmiş olması dolayısıyla azaba
veya mükâfata müstehak olduğunu söylemek mümkün değildir. Allah ve
Resulü'nün talep ettiği/onayladığı sahih itikat olmadıkça uhrevî
kurtuluş ve hele de "şehitlik" asla söz konusu olmaz.
Öte yandan ilk iktibasın son
paragrafında geçen "… âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i
Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i
İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek…" ifadesinin burada hükme hiçbir etkisi
yoktur. Zira ne "din-i Muhammedî"ye lakaytlık perdesi gelmiş olmasının,
ne de ahir zamanda Hz. İsa (a.s)'ın "din-i hakikisi"nin (yani İslam'ın)
hükmedecek olmasının, daha önce şirk içinde yaşayıp ölmüş bir topluluğun
akıbetine etkisi olabilir.
Bunun aksini açık bir şekilde
bildiren bir ayet veya sahih hadisten haberdar olan biri varsa,
EHL-İ KİTAB'IN AKIBETİ
Soru:
"Okuyucu soruları (50) yazmış
olduğunuz makalenizde son paragraftaki ayet ve sahih hadisle alakalı olarak bir
arkadaşım, Bakara 62. ayeti öne sürerek Hıristiyanların da cennete
gidebileceklerini izah etmeye çalıştı. Bununla alakalı olarak ne söyleyebiliriz?
Ben teslis akidesine bağlı olarak ahirete göç edenlerin cezaya uğrayacaklarını
söylediğim için arkadaşım bu ayeti örnek göstermeye çalıştı…"
Soru:
"… Mesela, Patagonya
dağlarındaki bir köyde doğup büyümüş, hayatında İslam'ın adını dahi duymamış
animist ya da misyoner devşirmesi kafir çoban ile, genel kültür sahibi, dünyada
olup biteni takib eden, büyük şehirli "modern" bir kafirin durumları aynı mıdır?
Tebliği almadan ölen ile alıp, red edip, inkar üzre ölen kafir aynı olabilirler
mi? İnsan, tebliği almasa dahi sırf aklı ile sahih imanı keşf etmekle mükellef
midir? Asrımız bilgi ve muhaberat asrıdır. Hele günümüzde malum hadiseler sebebi
ile İslam’dan bihaber kalmış insan, istisnalar hariç, olmasa gerek. Eskiden
köyünde olup bitenin dışında pek bir malumat sahibi olamadan, atasının batıl
itikadı üzre yaşayıp ölmüş cahil insanlar ne olacak?"
Cevap:
İlk soruda yer alan husus 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69. ayetlerden
hareketle ileri sürülüyor. Ancak burada gözden kaçırılan son derece önemli
noktalar var:
1. "Kur'an ayetleri
birbirini tefsir eder" kaidesi gereğince bu iki ayetin bildirdiği hükmün
behemehal Kur'an'ın ilgili diğer ayetleriyle birlikte ele alınması
gerekir. Aksi, Kur'an'ın, –mesela– peygamberlere ve kitaplara imanı
emreden ve bunları ihtiva etmeyen bir imanın sahih/makbul olmayacağını hükme
bağlayan ayetlerini hükümsüz kılmak demektir.
2. Kur'an'da yer alan
kimi ayetler, 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69'un ihtiva ettiği 3 şartın (Allah'a
iman, ahirete iman, salih amel) hiçbirisini zikretmeksizin,
kurtuluşu başka şeylere (temiz kalp, böbürlenmemek ve bozgunculuk yapmamak,
nefsin cimriliğinden korunmak vd.) bağlamaktadır. (Bu konuda bkz. 87/el-A'lâ,
14-5; 41/Fussılet, 30; 46/Ahkâf, 13-4; 28/el-Kasas, 83; 39/el-Haşr, 9…) O halde
–Kur'an aksini söylese de– ayetler arasında bir çelişki olduğunu mu
söylemeliyiz? Ya da kurtuluşa erenleri tayin için neden sadece 2/el-Bakara, 62
ve 5/el-Mâide, 69 esas alınıyor da, bunlar alınmıyor?
3. Sünnet Kur'an'ın
beyanı olduğuna göre, Kur'an'ın herhangi bir hükmünde anlaşmazlığa
düşüldüğünde Sünnet'e müracaat etmek gerekir. Konuyla ilgili yüzlerce
hadis, ebedî kurtuluş için 2/el-Bakara, 62, 5/el-Mâide, 69. ve bir önceki
paragrafta işaret ettiğim ayetlerde ifade bulanlar yanında başka hususlara da
iman edilmesi gerektiğini bildirmektedir. Hal böyleyken, işaret ettiğim bütün bu
ayetlerde anlatılan özellikleri taşıyan bir kimsenin, imanın diğer umdelerini
reddetse bile kurtuluşu elde edeceğini "sarahaten" bildiren bir rivayet
bulunmayışını nasıl açıklayabiliriz?
"Lâ ilâhe illallâh diyen
cennete gider" mealindeki sahih hadis öne sürülerek bu söylenenlere itiraz
etmek mümkün değildir. Zira bu hadisin mutlak anlamda esas alınması, –ilgili
diğer ayetler yanında– 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69. ayetlerini dahi tahsis
ettiğinin söylenmesi demektir. Oysa itikadî meselelerde ve haberlerde nesh,
tahsis vb. cereyan etmez.
4. Mesele sadece bununla da
bitmiyor. Kur'an, ayetleri arasında herhangi bir çelişki bulunmadığını
ifade ediyorken (bkz. 4/en-Nisâ, 82; 18/el-Kehf, 1; 39/ez-Zümer, 28), Allah'a
ve ahiret gününe iman edip salih amel işleyen Yahudi, Hristiyan ve
Sabiiler'in kurtuluşa ereceği görüşünde ısrar, ebedî kurtuluş için bu üç
husus yanında başka hususlara imanı da öngören ayetlerle, 2/el-Bakara, 62 ve
5/el-Mâide, 69. ayetleri arasında bir çelişki bulunmasını gerektirir.
5. Allah'a ve ahirete
iman edip salih amel işleyen başka kişi veya gruplar bulunabileceği halde ebedî
kurtuluş neden sadece –Mü'minler yanında– Yahudi, Hıristiyan
ve Sabiiler'e tahsis edilmiş olsun? Bu üç zümre mezkûr üç hususu hakkıyla
yerine getirebilirken başkaları niçin getiremesin?
Aslında sözü bu kadar
dolaştırmaya gerek olmadan, tek bir cümle ile de bu "işkâl"i çözmek mümkün:
2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69'da, "zikru'l-cüz' irâdetu'l-küll" tarzında bir
anlatım vardır. Yani meselenin bir kısmını zikrederek bütününü kasdetmek…
(Bütün bu hususlarla ilgili
daha detaylı bilgi için Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi adlı çalışmamın
1. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.)
İkinci soruda yer alan hususa
gelince; kişinin sorumluluğunun, kapasitesi ölçüsünde olacağı bedihîdir. Burada
belirleyici olan, bilgi seviyesi, nazar ve istidlal kapasitesidir. Alemi var
eden tek bir yaratıcı bulunduğu inancına ulaşma noktası, mükellefe bu babda
terettüp eden vacibatın en alt basamağıdır.
Kemâluddîn el-Beyâdî,
İşârâtu'l-Merâm'da (84), mükellefin durumuna göre gittikçe genişleyen
sorumluluk aşamalarını –Abdülkahir el-Bağdâdî'den naklen– şöyle verir:
1. Allah Teala'nın
varlığına, sıfatlarına, birliğine, adaletine ve hikmetine imana götüren nazar ve
istidlal.
2. Elçiler gönderilmesinin ve
teklifin cevazına götüren nazar ve istidlal.
3. Elçiler gönderildiğinin ve
ahkâm vaz edildiğinin sübutuna –mucizelerden hareketle– götüren nazar ve
istidlal.
4. Ehline yönelik Şer'î
rükünlerin (temel yükümlülüklerin), tafsiline götüren istidlal ve bu meyanda
yükümlü bulunduğu hükümlerle. |