(Emin Saraç ile röportaj) Hocam isterseniz Fâtih Câmii ile başlayalım... Tabii. Bu câmi ilimde çok feyizli, çok bereketli bir yerdi. Ama maalesef şimdi eser kalmadı! Buralarda Buhâri-i Şerîf okutulurdu. Kavâid bâbından Mukaddime-i İbn Salâh okutulurdu. Sonra burada, efendim, okutulan derslerin arasında İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn de vardı. Kâdi tefsîri ve Hidâye vardı... Tasavvuf’dan da Risâle-i Kuşeyrî okunurdu. Ben bizzat bu derslere şâhid oldum, bunları gördüm ve bu derslerde hâzır bulundum.
Hangi yıllardan bahsediyorsunuz hocam? Efendim bu, 1943’de, buraya geldiğim zamanlardaki manzaradır. Burada Abdü’l-Hakîm Efendi’nin oğlu Mekkî Efendi vardı. O da hatt dersi verirdi. Bu câminin müezzinleri bile ehl-i ilimdi. Öyle gelişigüzel adam yoktu. Hatta bakınız şurada bir âmâ Haydar var; birazdan yatsı namazına gelir. Onu da Hüsnü Efendi diye bir zât okutmuştur. Hüsnü Efendi buranın müezzinlerindendi. Hâfızdı aynı zamanda. Hâlâ daha talebeleri vardır, onları okutur. İşte burası böyle bereketli bir câmiydi. Bir bunları hatırlayıp bir de bugünkü hâle bakınca ister istemez insanın yüreği sızlıyor.
Abdülhakim Arvasi hazretleri Eyüp'te ki Kaşgari tekkesinin postnişini idi. Tekkeler seddedildiği (kapatıldığı) zaman orada O vardı. Bu zat da ulema arasında şanı çok yaygın bir vaziyette idi. Hocalarımız kendisinin Bayezid Camii’ndeki tefsir derslerinde gösterdiği kudret-i ilmiyeyi medh-u sena etmekle bitiremezlerdi. Zaten medariste (medreselerde) ve mütehassisin medresesinde tasavvuf hocalığı yapmıştı.
Abdülhakim Arvasi'nin tefsir dersleri ile alakalı elimde bir yazı var. Bu yazı hocaefendinin hizmet için neler yaptığını, nasıl gayret gösterdiğini görmek ve ibret almak açısından çok mühimdir. Yazıda şunlar yazılı: "Hicretimizin mebdei (başlangıcı) olan bin üç yüz sene-i hicriyyesinin şehr-i recebi ibtidasından itibaren dördüncü recep yani 1337 senesi recebinde Bayezid Camiinde tefsire Fatihahan olduk. Sırf bu derse mahsus olarak vaz’ olunan kürsüde 1348 ve 1349 seneleri Ramazan ayları ile, -bir iki ders müstesna olmak üzere- her hafta Pazar, Salı ve Perşembe günleri bila fasıla (aralıksız) devam ederek işte biinayetillahi teala (Allah Teala’nın yardımıyla) 1356 sene-i hicriyyesinde ki cem'an (toplam) yekün yirmi senenin ikmaline karib bir zamanda hatime-i han vennas olduk. Sûre-i Bakara'nın nihayetine kadar Ebus'suud Efendi Tefsirinden, Onu müteakib sure-i Kehf’in ibtidasına kadar ibaresi selis ve leziz olan Nimetullah tefsirinden, ondan sonrasını da tefasirin en makbul ve müşkili olan Beyzavi tefsirinden okutulmuş ve hitama erilmiştir ki, bu suretle tefsirin kıraati pek az kimselere nasib ve müyesser olmuştur. Bu müddet zarfında devam eden zevat sıcak ve soğuk demeyerek bir kısmı heman yüzde doksanına bir kısmı da nısfına (yarısına) bir kısmı da sülüsüne (üçte birine) devam etmişlerdir. Bu müddet zarfında bundan başka olarak Fatih Camii şerifinde birkaç sene Nimetullah, Ebu's-Suud ve Tâcü't-Tefasir olan Huseyn-i Kaşifi'nin tefsirlerinden ve yine Sinan Paşa Camii Şerifi’nde birkaç sene Şir'atü'l-İslam, Şifâ-i Şerif ve Hulasatü'l-vefa fi ahbari dari'l-Mustafa ve Üsküdar'da Yeni Cami'de birkaç sene ba'de'z-zuhr (öğleden sonra) muhtelif tefsirler, Eyüb Camii kebirinde her Cuma ba'de'z-zuhr ve Ağa Camiinde her Cuma badelasr (ikiden sonra), Arab Camii şerifinde birkaç ay, Yer altı Camii şerifinde bir iki ay, Kasımpaşa Camii şerifinde bir iki sene, Kadıköy ve Bakırköy camilerinde birkaç sene muhtelif tefsirlere devam edilmiştir." Bu yazı, Eyüp Sultan civarında ki Kaşgari Tekkesi son Postnişini olan es-Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin İstanbul Cevamii (camilerindeki) şerifesindeki hadematı mergube (saygıdeğer hizmetleri) ve meşkuresinin vesikasıdır. Bu yazıdan ibret alınacak husus şudur ki, bir hocaefendi başladığı bir hizmete nasıl kendisini veriyor ve bu kadar camileri ihya etmek gibi çok büyük bir vazifeyi ifa edebiliyor, bizim eski hocalarımız vazifelerini işte böyle yapıyor ve camilerimiz böyle onlarla mamur oluyordu. Heyhat nerde şimdi…. Maalesef şimdikiler kısa mevzularda şuradan buradan birkaç kelimeyi alıp da kürsüde söylemeyi marifet sanıyorlar. Elleri kitap tutup da camilerde ders okuturlarsa milletimizin seviyesi o zaman yükselir.
Efendim siz Abdülhakim Arvasi hazretlerine yetiştiniz mi? Ben Abdülhakim Efendi'nin kendisini görmedim ama mahdum-u mükerremleri merhum Mekki Efendi’ye yetiştim. Kendileri çok faziletli, çok haluk, çok kıymetli bir zat-ı mükerrem idi. Fatih Camii şerifinde “Kâzî tefsiri”ni okutan zevattandır. Son dersiâmlardan olan muhterem bir zattır. Kudret-i ilmiyesi babasından da aldığı ders ve tahsilden dolayı kuvvetli idi. Nitekim kayınpederimin vefatından sonra taziyede bulunmak üzere -kendisi Kadıköy Müftüsü iken- bize uzunca bir mektup yazmıştı ki arabiyyül-ibare (Arapça) olan bu mektup da kendisinin kudret-i ilmiyesini gösteriyordu. (Keşkeler onun kayınpederim hakkında yazdığı taziye mektubunu da yayınlama imkanı olsa onu da bulabilirim de yayınlanır inşallah.) Ben onun torunu yaşında olmama rağmen bana o kadar iltifat ve ihtiram gösterirdi ki, bilmiyorum artık kayınpederimden dolayı mı, Ali Haydar Efendi Hocamızdan dolayı mı, veyahut ta Mısır'da tahsil gördüğümüzden dolayı mı? O, tevazu misali, zarafet timsali bir zat-ı muhterem ve mükerrem idi. Arvasi ailesinden bir de Seyyid Şefik Efendi vardır ki, İstanbul'da Sultan Ahmed Camii şerifinde son hayatını imamlık yaparak bitirmiştir, o zatı da çokça ziyaret ederdik, Eyüp'te otururdu o da meşayihten, muhterem, mübarek, fazilet timsali bir kimseydi. Evet bu zevat işte o devrin muhterem, mübarek insanlarındandır.
Hocam, malûmunuz, Mustafa Sabrî Efendi İ’lâmu’l-Muvakkiîn’de Mısır ulemâsıyla Osmanlı ulemâsını mukâyese eder... Ha, evet! Şimdi bakınız, Mustafa Sabrî Efendi kitabında Zâhidu’l-Kevserî’den bahsederken, o üçüncü cildde, diyor ki: “Ben, geçmiş Şeyhu’l-İslâmlar karşısında Zâhid Efendi gibi bir ders vekîline sâhip olduğum için iftihâr ederim. Bugünkü Ezher’den çoook ileri safhada olan Fâtih medreseleri de, en-Nüketu’t-Tarîfe ve Te’nîbu’l-Hatîb’in müellifi olan Zâhidu’l-Kevserî’yle kıyâmete kadar iftihâr edecektir.” Düşünün, bu ne kuvvetli bir şehâdetdir! Kezâ bir de Zâhid Efendinin Hz. İsâ aleyhisselâmın nüzûlü ile ilgili kitabına, Nazratun Âbira’ya bakın. O da Sabrî Efendi için “allâme” diyor! Onun bu mevzûdaki sözlerini hüccet kabul ediyor. İşte bunlar böyle birbirlerinin kadrini bilen insanlardı.
Hocam Mısır ulemâsının Osmanlı ulemâsına nazaran daha gevşek olmasının sebebleri nedir? Efendim, şöyle söyleyeyim, Zâhid Efendiden işitmişdim. İngiliz işgâlinden sonra Mısır’da efkâr çok teşvîş edilmişti. Ama vaktiyle buranın ulemâsı çok muttaqî kimseler idi. İngilizler ortalığı karıştırmıştır. İşle Lord Cromer. Biliyorsunuz, bu adam, daha âlim zâtlar varken tutmuş dostu, ahbâbı Muhammed Abduh’u pohpohlamış ve onun yüksek mevkilere gelmesine sebeb olmuştur. Neden? Çünkü Abduh onların keyfine göre fetvâ veriyor!
Hocam siz Mustafa Sabrî Efendinin cenâzesine iştirâk etmiş miydiniz? Evet, tabii. Çok kalabalık vardı. Meydân-ı tahrîr’den kaldırılmıştı cenâzesi. Muhammed Necîb de makâmını temsîlen vekîlini göndermişti.
Hocam, Üstâd Necib Fâzıl İbrâhim Sabrî Efendi ile yazıştığından bahseder. Bunların mâhiyeti hakkında malûmâtınız var mı? Evet, biliyorum. İbrâhim Sabrî Efendi’nin şi’r kitabında mevcuttur. Aslında Necib Fâzıl onları Mustafa Sabrî Efendi’ye yazmışdır da oğlu İbrâhim Efendi cevap vermiştir. O şi’r kitabında var, açın bakın.
Hocam şu müezzin mahfilindeki resmin hikâyesini anlatır mısınız? Efendim o resmi Mimârizâde (Mihmânizâde?) Muhammed Ali Bey, kayınpederi Mustafa Sabrî Efendi’ye ithâfen yapmıştır.
Yani bu resim evvelden Mustafa Sabrî Efendi’nin evinde miydi? Evet. Ben bu mes’eleyi Mısır’da duymuştum. Fakat seneler sonra torunu Kübrâ Hanım, Ali Ak Beyin annesiyle beraber buraya geldi. Merak etmiş, “Fâtih’deki resim acaba duruyor mu?” diye. Ben de onları aldım getirdim. Müezzin mahfiline çıkarak resmi gösterdim. Resmin altındaki o karartılmış kısımda dâmâdının Mustafa Sabrî Efendiye ithafı var! Resmin buraya geliş hikâyesi ise şöyle. Efendim 50’lerden evvel bu civarda eski, büyük konaklar vardı. İşte bu resmin bulunduğu ev de, yani Sabrî Efendinin evi, böyle bir ev idi. Yüksek tavanlı, büyük duvarları olan evler... zâten böyle bir resim de ancak öyle bir evde asılabilir. Sabrî Efendî hicret etmek mecbûriyetinde kalınca, tıpkı memleketi terk eden Osmanlı Sultanlarının hânelerini talan edip, içindeki pek çok târihî ve antik değeri hâiz kıymetli eşyaları yağmaladıkları gibi bu konağı da yağmalamışlar, târ u mâr etmişlerdir. O yağmada bu resmi kapan şahıs da, o ithâf ibâresini karalayarak, seneler sonra bunu Malta’da satışa çıkarmış. Resme bir Hanımefendi müşteri çıkmış ve o zamanın parasıyla tam bir altına satın alıvermiş. Tam o esnâda bir beyefendi o hanımın yanına yaklaşmış ve “Hanımefendi siz bu resmi aldınız götürüyorsunuz ama bu resim Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabrî Efendinin evinden çalınmış, talan edilmiş eşyalardandır. Gelin bunu evinize götürmeyin; Fâtih Câmisinin bir köşesine asın da o da sizin hayrınız oluversin.” demiş. Hanım da insaflı bir kimseymiş, “Ya öyle mi!” demiş. Hemen bir hamal bulunuyor ve işte getirilip bu yerine asılıyor. Bu resim o tarihten beri buradadır. Câminin boyaları yenilenirken yerinden indirmek îcâb etmiş. İndirirken de arkasını yırtmışlardı. Çok canım sıkılmıştı. Hem Mustafa Sabrî Efendiyi tanıyor olmak hem de hemşehrim olması hasebiyle asabiyet hislerim kabardı, kızdım. Sağolsun, Osman Topbaş Beyden ricâ etdik, işin ehlini buldu da tâmir ettirdi. Bu resim çok ma’nâlıdır. Bir tarafta, görüyorsunuz, Sultân makâmını temsil eden birtakım şeyler var; öbür tarafta Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara ve oraya giden tren yolu (Hicaz demiryolu) resmedilmiş. Bu bir târih tablosudur. Bizim sultanların gözleri, o iki makâm-ı âlîye bakar. Oraya gidecek yolları tanzîm ederler.
Hocam, malûmunuz Mustafa Sabrî Efendi, devrinin diğer mühim bir mücâdeleci ismi Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî ile muâsır idi. Acaba bu iki zât hiç görüşmüş müler? Sabrî Efendi ondan bahseder miydi? Maalesef bilmiyorum. Biz Perşembe günleri Hoca Efendinin evine gider bir kenara otururduk. Hocaefendiler kendi mevzûlarını konuşurlardı. Bu konuşmalar gâh günün ahvâline, gâh derin, bizim aklımızın almadığı dînî mes’elelere dâir olurdu. Tatlı tatlı sıhbet edilirdi. Sabrî Efendi çok rakîku’l-kalb idi. Âyet-i kerimeleri okurken sanki cereyân verilmiş gibi olur, gözleri yaşarırdı. Bizim içine düştüğümüz şu karanlığı, vehâmeti iyi anlayabilmek için onların eserlerini okumalısınız. Husûsiyle Sabrî Efendi bu gibi ictimâî mesâile çokça ehemmiyet atfederdi. Mısır’ın harâb vaz’iyyetini de güzel tasvîr etmiştir. Biz birtakım hakîkatleri ondan öğrenip tedbîrimizi almalıyız. Fakat ne yazık ki ortalıkta şu kadar profesör falan var ama birisi çıkıp da onun kitaplarına atf-ı nazar etmedi, etmiyor. Hiç olmazsa Mevkıf’ın birinci ve dördüncü cildini okusalar!.. Ben bunları iki defa okumuşumdur. Orada meselâ mu’cizâtı inkâr edenler tek tek redd edilir. Bakın meselâ bugünlerde İsâ aleyhisselâmın ölüp gittiğini söylüyorlar; Hıristiyan akîdesini âdeta aynen benimsemiş gibiler. Oysa bizim edile-i şer’iyye isbât ediyor ki O ölmemiştir. İşte âyet-i kerîme: Ve ‘Biz Allah’ın Rasûlü Mesîh İsâ ibn Meryem’i katlettik’ demeleri sebebiyle (biz de belâlarını verdik!). Halbuki onu ne katlettiler, ne salbettiler (astılar) ve lâkin kendilerine bir benzetme yapıldı ve filhakîka onda ihtilâf edenler bundan dolayı şek içindedirler; ona dair bir ilimleri yoktur, ancak zan ardında giderler. Halbuki onu yakînen katletmediler; doğrusu Allah onu kendine doğru ref’ eyledi...” (Nîsa: 157-158). İslâm târihi boyunca, ne Hadîs kitaplarında, ne Kelâm kitaplarında, ne Tefsirde... hiç birisinde böyle bir şey yok iken nereden çıktı bunlar? Biliyorsunuz İngilizlerin oyuncağı Kadiyânîler bu iddiayla ortaya çıkmıştı. Ama Hindistan ulemâsından Enver Şah Keşmîrî’nin et-Tasrih bimâ tevâtera fi nuzuli’l-Mesih adlı kitabında mevzuyla ilgili bütün hadisleri toplamış, onlara şâyân-ı takdîr bir cevap vermiştir. O babda daha başka kitaplar da yazmıştır. Sonra bu tarafta, Mısır’a bu mes’ele intikâl etti. Saxîf, hafîf, kıymetsiz, âdi şeylere tenezzül eden insanlar çöplüklerden cevher ararlar. Şeyh Şeltut’un bu mes’eleyle ilgili makâlesi er-Risâle’de neşredilir. Sabrî Efendi de buna cevap verdi. Daha sonra Zâhid el-Kevserî merhum Nazratun Âbira’yı yazıyor. Ondan sonra hadîs hâfızı olan Sıddık el-Ğumâri de bir kitap yazıyor. Sonra Mekke ulemâsı... Yani her cihetten böyle reddiyeler yağınca mes’ele sönüp bitiyor. Fakat anlaşılan bizim “ağalar” ilme değil de çöplüklere tâlip olmuşlar, üstelik yeni bir buluş yapmış gibi bunları yeniden ortaya koyuyorlar. İsâ aleyhisselâmın mezarını da göstermiyorlar. Onu da bulsalar da görsek.
Geçenlerde işittim. Bizim burada yetişmiş, İskenderpaşa’da, Atikali’de imamlık yapmış, şu sıralar İstanbul Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi’nde doçent olan bir zat, Kanal 7’deki bir programda “İsâ ölmüştür! Eğer ölmemiş olsaydı ashâb arasında tartışma mevzûu olurdu.” demiş! Telefon ettim kendisine. “Böyle bir haber işittim, doğru mu?” diye sordum. “Evet, doğrudur!” dedi. “MaşâAllah! Faâliyetler yerinde! Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde Hadisleri i’tibârdan ıskât ettiler, edille arasından çıkardılar. Sizin Fakülteden bir zât da bütün fukahâya i’lân-ı harb etti. Diğer biri –hâşâ– tarihsel âyetleri tesbitle meşgûl... hâsılı elbirliğiyle çalışıyorsunuz. Size de anlaşılan bu vazîfeyi verdiler, öyle mi?” dedim. Sonra “Sen bu husûsda ne okudun?” diye sordum. “et-Tasrih’i okudum” dedi. “Peki ne anladın oradan?” dedim. “Orada bazı tartışmalar var.” dedi. “Ne tartışması yâ hû! Ashâb-ı Kirâm Resûlullah Efendimizle cedelleşmeye mi kalkışmış!? Onları da bizim gibi mi zannettin? Onlar Resûlullah’ın kadrini bilmeyen insanlar mı ki? Onlar vahyi olduğu gibi takabbül eder, baş tâcı ederlerdi. ‘Akâid kitaplarında bu mes’ele yok!’ demişsin. Bütün ulemâmızın okuduğu kitaplarda zikredilen on tâne alâmet-i kübrâ arasında bunlar sayılmıyor mu?..” dedim. “Ama efendim âyette ‘ فلما تو فیتنی...’ (“vaktâ ki beni teveffî ettirdin...) deniyor!..” (Mâide: 117). Ona “Yâ hû ‘teveffî’ kelimesinin kaç ma’nâya geldiğini, nerede hangi ma’nâda isti’mâl edildiğini bilmiyorsanız neye okuyorsun, ne okudunuz şimdiye kadar?!” dedim. Telefonu kapatım suratına. Kerata! Canım sıkıldı. Asâbım bozuldu. Din mes’elelerini, itikâd mes’elelerini böyle ayağa düşürdüler. Bunlar eslâfa hürmet ve i’tibâr etmiyorlar. Ama şuradan-buradan duydukları eften-püften sözleri hüccet kabul ediyorlar! Hâsılı küsmüşüm kendisine. Ancak o sözlerini tashih eder, Ehl-i Sünnet çizgisine dönerse kendisiyle barışım!..
Bizim, şu topraklar üzerinde üç tane mühim temel taşımız vardır. Bir: Ehl-i Sünnet akîdesine sâdık olmak. İki: Mezheb’e, husûsiyle Hanefî mezhebine merbût olmak. Bu ümmetin üçte ikisinin bağlı olduğu bir mezheb-i hanefî var ki en zengin Fıkıh serveti onların elindedir. Üç: Tasavvuf... Tasavvuf, bu milletin hem Sultanlarının hem de ulemâsının arasında muttefakun-aleyh bir husûsdur. Biliyorsunuz Sultanlarımız Şeyh Edebâli’den son Padişah Vahdeddîn Hân’a kadar hep Nakşî-meşreb olduklarını, hâlâ hayatta olan Fethi Sâmi Beyden de iştmiştim. Hatta bana tâmir edilmek üzere epey yıpranmış bir Delâilu’l-Hayrât getirmişti. “Memleketten hicret ederken Şah dayım bunu yanında götürmüş. Elden ele dolaşmaktan bu hâle gelmiş.” dedi! Görüyorsunuz değil mi! Sultan memleketten göçüp giderken yanında Delâilu’l-Hayrât’ı götürüyor! Bu insan, memleketten birinci dereceden mes’ûl olan şahıstır! Şu mübârek diyârımız hep onların eseridir. Bizi bu insanların yolunu unutursak neye dayanacağız?
Hocam, biraz da isterseniz Ali Haydar Efendiden bahsedelim. Hocaefendi hangi dersleri okuturdu? Biz buraya geldiğimizde Ali Haydar Efendi hiç dışarı çıkmıyordu. Buraya bir defa geldiğini gördüm. Bir defa da bir cemiyet dolayısıyla Aksaray Câmii’ne gitmiştir. Hiç çıkmazdı. Oturur okurdu hep. Sürekli murâkabe altındaydı çünkü! O zamanlar öyleydi... Yaşı biraz daha ilerledikten sonra biz birkaç arkadaş gider kendisinden ders okurduk. Meselâ bize Kudûrî’yi okuttu. Ama her dersin başında muhakkak bir veyâ yarım sayfa Şifâ-i Şerîf okuturdu. Zâtenb bizim Fâtih ulemâsı, her seferinde birkaç hadîs-i şerîf okumadıkça derse başlamazlarmış. Usûl-i kadîmeydi bu. Sonra Ali Haydar Efendiden Mir’ât (?) okurduk. Artık iyice ihtiyarlayıp nefesi daralamaya, namazlarını oturduğu yerden kılmaya başladığında ders okutamaz olmuştu. Yaşı herhalde 100’ü geçmişti. Bir keresinde Üçbaş Medresesi’nin o ilk odasında oturuyoruz. Saat sabahın sekizi! Mübârek zevceleri geldi. “Hocaefendi sizler çağırıyor!” dedi. “Peki efendim!” dedik. Gittik yanına. “Dün geceden beri gözüme uyku girmedi, rahat edemedim. ‘Bu can bu bedendeyken nasıl olur da bir tâlib-i ilmi reddederim!’ dedim. Men ketebe ilmehû...(? 31:51 v.d.)” dedi. Tekrar derse başladık. Bizim Mısır’a gitmemizi azâmî sûrette teşvîk eden de Odur. “Bu iş burada tamamlanmaz. Oraya gidin, okuyun.” derdi. Mısır’a gideceğimiz vakit Zâhid el-Kevserî hocamıza selâm da göndermişti. Ondan afv dilediğini söyledi. Biz de gittiğimizde bunu el-Kevserî hocamıza naklettik. “Estağfirullah! Ne demek, o bizim hocamızdır.” dedi. Mes’ele şu: Ali Haydar Efendi bir mes’ele dolayısıyla, tabiî ondan yaşlı olduğu için, el-Kevserî hocamıza kızmış, söylenmiş. Tabiî el-Kevserî hocamız da, O da üzülmüş. Zâhid Efendi de Ali Haydar Efendi hapisteyken memleketten hicret edince helâlleşememişler. İşte Zâhid Efendiye Hocamızın bu talebini nakledince “O bizim hocamızdır, büyüğümüzdür. Tabiî ki kızar da, bağırır da!” dedi. Ve o sıralarda daha yeni neşredilmiş olan Nazratun Âbira nâm kitabından bir nüshaya ‘arabiyyu’l-ibâre gâyet güzel bir takdîm yazısı yazarak kendisine verilmek üzere bana emânet etti. Ben de onu Hocamıza gönderdim. Vefâtından sonra kitapları arasında o kitabı buldum. Daha sonra birisi okumak üzere o kitabı benden aldı, bir daha da getirmedi. O kitabdan bende var ama o nüshadaki Zâhid Efendinin takdîmine yanarım!
Hocam âlimlere karşı ne gibi engellemeler söz konusuydu? Efendim buradaki hocaefendiler, dersiâm olmaları hasebiyle, millete vaaz etmekle mükellefdirler. Bir keresinde bir hocaefendiyi almış götürmüşler. Hocaefendi de Emniyet Müdürünün önüne Buhâr-i Şerîf’i koymuş. “Buyrun! Ben millete bunu anlatıyorum. Resûlullah’ın sözleri... Kendimden bir şey değil ki! Bu devlet de bana bunun için maaş veriyor.” demiş. Beyazıt Camii’nde de dersler olurdu. Mustafa Âsım Efendi, Ebu’s-Suûd Efendinin tefsîrini okuturdu. Besim Efendi isminde bir hocaefendi de Hünkâr mahfilinin altında el-Esmâu’l-Hüsnâ’yı îzah ederdi. Süleymâniye’de Tahiru’l-Mevlevî Mesnevî dersleri yapardı. Burada da (Fâtih Câmii’nde) Mesnevi-Hânlık vardı. Haftada bir gün, Cumartesi günleri, Hünkâr mahfilinin altında Mesnevî okunurdu. Bugün maalesef bu dersleri okutacak hocaefendiler olmadığı gibi, bunlara heves eden ilim tâlibi de kalmamıştır.
Hocam Ali Haydar Efendinin gemiyle bir Hacc yolculuğu varmış. Buna dâir ma’lûmâtınız var mı? Hocaefendi ilk Hacca giden kâfiledendir. Otuz senedir Hacc için hazırladığı parasını rahlesinin çekmesinde saklar, bir türlü gidemediği için üzülürdü. Hatta Resûlullah’ın huzûrunda okunmak üzere bir mektup yazıp oradaki ahbâbına gönderdiğini de söylerdi. Ne zaman ki Hacc yolu açıldı, ilk kâfileye hemen katıldı ve gitti. Ama o kâfileye öyle bir ezâ ettiler ki, geldiklerinde Tuzla açıklarında bir hafta karantinaya aldılar. Devir Halk Partisi devri, İsmet devri. Maksat da tabiî ki Hacıların canlarını sıkmak, milleti caydırmak!
Hocam Ali Haydar Efendi neden Fâtih Câmii’nin hazîresine defnedilmedi? Fâtih dersiâmlarının buraya defni Sultân’ın irâdesiyle olurdu. Ali Haydar Efendi için de Menderes zamanında Bakanlar Kurulu’ndan karar çıkmıştı. Fakat o karara rağmen, kabri de hazırlandığı halde, o zamanki örfî idâre komutanının müdâhalesiyle Hocaefendi oraya defnedilemedi. Hatta cenâze Yavuz Selim Câmii’nden kaldırılırken o komutan da bizzat izlemeye gelmişti; havadan da uçaklar uçuyordu. Cenâze çok kalabalıktı.
Hocam bir de Ali Haydar Efendinin tekke mes’elesi... Mustafa Sabrî Efendinin dayısı Mustafa Hâki Efendiyle olan bir mes’ele...
Tekkeyi Mustafa Hâki Efendiye mi veriyorlar? Evet, o zaman öyle bir irâde çıkarılıyor. Yıllar sonra bizzat Vahdeddîn Hân’ın irâdesiyle, ki bir sûreti ben de vardır, tekke Ali Haydar Efendi’ye iâde ediliyor. O zamanın Şeyhü’l-İslâm’ı Sabrî Efendi değil, Dürrizâde’dir.
Hocam ders vekilliği hakkında biraz ma’lûmât verir misiniz? Ders vekilliği kelimesinin aslını söyleyeyim sultan. Sultân Beyazıd-ı Sofi, o mübârek zât medreseyi yaptırdığı zamân demiş ki “Burada ders okutacak birinci zât, zamânın Şeyhü’l-İslâmı olacak.” Ama Şeyhü’l-İslâm’ın vazîfesi o kadar büyük, o kadar çok ki... devletin bütün işleri onun elinden geçiyor. Yani buna vakti yok. Bu defa buna bir hâl çaresi aranmış. Çâreyi Şeyhü’l-İslâm’ın kendisine bir vekil tâyin etmesinde bulmuşlar. O vekil, Şeyhü’l-İslâm’ın yerine Beyazıt medreselerinde ders okutacak. İkincisi, bütün medâris-i ilmiyyenin işlerinden de o sorumlu olacak.
Hocam, Sabri Efendinin kitabları, evrâkı kimde olabilir acaba? Duyduğuma göre nâ-tamam bir hâtıratı varmış... Evet, doğru. Ama ben görmedim. Torunları var. Oğlunun kızları vardı. Bir de erkek torunu Mehmed vardı İbrâhim Beyden. O vefât eti. İki kız torun kaldı. Bunların eşlerinden biri Mustafa Sâdıku’r-Râfiî’nin torunuydu. Sabrî Efendi Mustafa Sâdıku’r-Râfiî’yi çok severdi. Onun ilmî derinliği, edebî kudreti eşsizdi. “Câhız’dan sonra onun gibi Arabca’yı güzel ifâde eden, anlayan ve anlatan bir kimse yoktur” derlerdi. Öyle olduğu halde sırf modernistlerin karşısında durduğu için nisyâna terk edilmiştir.
Bu torunlar yaşıyor mu hâlâ Hocam? Tabii, onlara hayattalar. İskenderiye’deler.
Hocam Sabrî Efendinin torunun adı neydi? Kübrâ hanım.
Öyleyse olsa olsa o kitaplar ve o hâtırat Kübrâ hanımda olur. Evet, tabii. Hepsi onlardadır. Zannedersem Süleymancı kardeşler onlarla görüşüyorlar hâlâ.
Hocam İbrâhim Efendinin buraya bir ziyâreti var. Bunu biliyor musunuz? Evet. Buraya kadar geldi. Dedesinin (annesinin babası) kabrini ziyâret etti. Dedesi Ahmed Âsım Efendi ki ders vekîlidir. Fakat Câmiye girmedi. “Câmiyi harab halde görüp de daha fazla üzülmeyeyim.” dedi. Hâsıl-ı kelâm, bizim o büyük zâtların bıraktıkları eserleri çokça okumamız lâzım. |