Bugün Ecevit’i yazmayacağım, çünkü söyleyeceğimi söylemiştim. Meraklısı hatırlayacaktır, yazımın başlığı da 'Ölmüş Gibi Yazdım' şeklindeydi...
Bugün sağlıklı bir yazı yazılamaz, çünkü Türkiye'de 'obituary' geleneği yoktur. Göklere çıkarmak zorundasınız, yermek hem büyük tepki toplar, hem de böyle 'akılcı olmayan' bir ülkede 'ayıp' kaçar...
Cenazesinin hükümete karşı büyük çapta bir gövde gösterisine dönüştürüleceğini görmek için de gazeteci olmaya gerek yok. ‘Ölmüş Gibi Yazdım' Hiç kusura bakmayınız, Ecevit'in 'beyin ölümü' 2002 yılında gerçekleşmişti zaten...
Dört yıldır bir 'zombi' olarak yaşamını sürüklüyordu, kafa 'gitmişti', eli ayağı da tutmuyordu artık. Evinde oturup anılarını yazmasını kendisine taa on yıl önce önermiş, bir türlü dinletememiştim, şimdi belki artık hiç bitiremeyecek.
1977 yılında, Çiğli Havaalanı'nda ya da 'eşim ve ben orada olacağız' dediği Taksim Meydanı'nda ölseydi, evet, 'genç gitmiş' olacaktı ama tarihimize de büyük bir kahraman olarak geçecekti.
Şimdi ne yazık ki hastaneye kaldırılan kişi 'eski başbakanlardan' sıfatıyla duyuruluyor gençlere, 'devlet adamı' falan değil.
Ne yazık ki, kötü bir politikacıydı.
Dört kere iktidara geldi, dördünde de çuvalladı. Kıbrıs çıkartmasına güvenip ilk koalisyonunu bozması da büyük bir hataydı, Kemal Derviş'in oyununa gelip son koalisyonunda erken seçime gitmesi, kendi deyimiyle 'kendi kendine intihar etmesi' de... Hadi, o ünlü Güneş Motel pazarlıklarını, milletvekili transferlerini falan hiç saymayalım, onlar yetmişli yılların, gençlerin hiç bilmedikleri çapsız ve çirkin magazinidir.
Aslına bakarsanız hiçbir zaman iktidara da gelemedi sayılır, hep yönetimi 'bir ucundan' tutmak durumunda kaldı!
Altmışlı yıllarda ortaya 'ortanın solu' adında, ne idüğü belirsiz, bulanık bir ideoloji atmaya çalışmıştı. İsmet Paşa'nın 'yükselen sosyalizmin önünü tıkamak' operasyonundan başka bir şey olmayan bu saçmalığa o kadar inandı ki, '12 Mart darbesinin asıl kendisine karşı yapıldığını' sanacak kadar gülünç duruma düştü.
Bu saçmalık, daha sonra 'demokratik sol' kisvesine büründü ve gide gide 'nasyonal sosyalizm' sefilliğine kadar vardı. Bugün ölümle yaşam arasında gidip gelen yaşlı adam, bir 'solcu' değil, solculuğu çoktan lafta kalmış bir 'ulusalcıdır'. Faşistlerden farkı, kendine özgü saçma bir kasketle gezmesidir, bu da Alman sosyaldemokratlarından, özellikle Willy Brandt'tan esinlenmiştir (aynı kasketi Lenin de, Radek de, Buharin de giyerlerdi ama Ecevit'in kullandığını duysalar çok kızarlar!)... Bir de 'alamet-i farikası' mavi renk belki... Eh, bir de güvercin olsun.
Kıbrıs'ta, en durmaması gereken yer ve zamanda durdu, en yürümemesi gereken yer ve zamanda yürüdü. Yunanistan'a bile demokrasi getiren uluslararası kahraman olacağına, otuz-kırk yılımızı mahveden kişi oldu.
'Şeyh-ül muharririn' Burhan Felek ona, yetmişli yılların sonlarının o berbat karanlığında, 'kükreyin beyefendi, ne olur kükreyin' diye yalvarmıştı, olup bitenleri seyretmekle yetindi. Kükremek bir yana, miyavlayamadı bile.
Yazık, başımıza gelenleri daha dün gibi hatırlamasak, Demirel-Ecevit ikilisinin o acıklı zıtlaşma ve çekişmesinde 'bir tür Karagöz-Hacivat' şirinliği bulabilirdik, ne yazık ikisi de şirin değillerdi.
Başarı 'hanesine' yazılacak tek şey, 1963 yılında, Çalışma Bakanı olduğu günlerde çıkardığı Grev ve Lokavt Kanunu'dur. Dürüstlüğüne, namusuna, tokgözlülüğüne kimsenin dil uzatması da düşünülemez bile.
Onun ötesinde bütün hayatı 'yetersizlik, beceriksizlik, başarısızlık' kelimeleriyle özetleniyor. Ne yazık ki acı gerçek budur.
Öldüğünde, kendisine 'bir hal' olursa, bir sürü budaladan bol bol 'Eco, Karaoğlan, Kıbrıs Fatihi' falan edebiyatı okuyacaksınız tabii. Cenaze töreni de hükümetin yuhalanacağı bir gösteriye dönüşür bu ortamda.
Kör komaya girince bile badem gözlü oluyor. Kararı, şimdi biz değil, 2056 yılında torunlarımız versinler. |