Mehmet Oruç Kimdir? |
1953 yılında, “Akşemseddin hazretlerinin diyarı” olarak anılan Bolu’nun Göynük
ilçesinde doğdu. devamı... |
|
Duyurular |
"365 Gün Dua" kitabı 13. Baskısını yaptı Arı Sanat yayın evi (0212 5204151) tarafından basılan Mehmet Oruç'un, okunacak günlük dualar ve üç aylar, mübarek gün ve geceler, surelerin faziletlerini ihtiva eden ve son bölümünde, duaların arapça asıllarının da verildiği kitap halkın beğenisi kazandı. Kısa denebilecek bir zamanda 13 baskı yaptı.
“Huzurun Kaynağı Aile” Ailenizin kitabı, “Huzurun Kaynağı Aile” kitabı 3. baskısını yaptı. İslama göre; Aile ve Kadının Önemi, Evlilik ve Hayatı, Çocuk Eğitimi konularının ele alındığı, MEHMET ORUÇ’un 570 sayfalık yeni kitabını Arı Sanat yayınevi ( 0212 520 4151) bastı. Kadın, erkek, çocuk ailenin her ferdinin okuması gereken bir kitap!
Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimizin hayatını ve güzel ahlâkını en doğru şekilde, Kainâtın Efendisi kitabından öğrenebilirsiniz! Arı Sanat Yayınve (0212 5204151)
OSMANLI HUKUKU Değerli hukukçu, Prof. Dr. Ekrem Ekinci’nin, “OSMANLI HUKUKU” isimli yeni bir kitabı daha yayınlandı. Osmanlı hukukunu ve kaynağını, yani İslam Hukukunu, dünyaya örnek olan Osmanlı adaletinin işleyişini öğrenmek için güvenilir bir kaynak. Unutulmuş maziye ışık tutacak önemli bir eser. (Arı Sanat yayınevi, 0212 5204151)
|
|
|
|
Kaç Mevlâna var? |
Sabırla ve dikkatle takip ettim: Çünkü ben iflah olmaz bir Mevlâna tutkunuyum. Ama benim Mevlâna’m ile bazılarının anlattığı Mevlâna’lar arasında hemen hemen hiçbir benzerlik yok. Mevlâna kendi gerçeğinden öylesine koparılmış ki, ortada neredeyse Mevlâna’dan eser kalmamış! Ortada, tüm varlığı Var Eden’in hayat-kâinat penceresinden bakıp her nefeste “Allah Allah” diye inleyen bir Mevlâna yok!.. Ortada, Aleyhisselat-u Vesselam Efendimiz’e sevdalı bir Mevlâna yok… Ortada yaradılış hikmetine ermiş bir Mevlâna yok!.. Peki nasıl bir Mevlâna var derseniz; içinde, “Yaradan’dan dolayı yaratılanı sevme ülküsü” taşımayan amaçsız ve soyut (mücerret) bir insan sevgisini (hümanizm) varlık sebebi sayan bir Mevlâna var… Kendi kıblesinden alması gereken ışığı Batı felsefesinden alan bir Mevlâna var… Allah’ın “gazap” yüzünü yok farzedip sadece şefkat ve merhametini dillendiren bir Mevlâna var… Kısacası, ortada eksik ve yanlış Mevlâna’ların cirit attığı bir kargaşa var! Bu kargaşa arasında, Mevlâna’nın hayatını vakfettiği İslâmî gerçeklerle, her yürek titremesinde tüm bedenini ihtizaza getirip semaya kaldıran İlâhî Vecd ziyan olup gidiyor. Böylece Mevlâna hem kendi kıblesinden, hem gerçeğinden, hem de kimliğinden kopuyor. Kıblesiz ve kimliksiz Mevlâna olmaz! Kıblesinden koparıldığı anda, Mevlâna, ülküsünden de ülkesinden de kopup sıradanlaşır. Sıradan bir “halk ozanı”na dönüşür. Mevlâna gerçeğini anlamayanların ısrarla ona “halk ozanı” demelerinin sebebi budur. Oysa Mevlâna, adını dillerine pelesenk eden çoğu hümanistin kavrayamayacağı kadar derin bir tasavvuf, tefekkür ve vecd ummanıdır. O kadar derindir ki, onun birazını kavrayabilmek için önce inanç sistematiğini kavramak, ardından yürek vuruşunu Hz. Âlişan Efendimiz’in (sav) yürek ritmine ayarlamak, nihayet Mevlâna’yı derinden etkileyen üç ismi analiz edebilecek birikime ulaşmak gerekiyor. Üç isimden ilki, “Âlimler Sultanı” ünvanını hakkıyla taşıyan babası Sultanü’l Ulema Bahâeddin Veled’dir. Bahâeddin Veled, devrinin tüm ilimlerine vakıf bir âlim, maddî varlığıyla birlikte, bilgisini de herkesle paylaşacak kadar cömert bir insan; daha da önemlisi bir “hâl” ehli… Işığına Moğol çapaçullarının (eşkıya) gölgesi düşünce, “Tevekkeltü Alellah” deyip yola düşüp Belh’den Anadolu’ya gelmiştir. O kadar sevilmekte ve güvenilmektedir ki, Sultan Alparslan’ın şanlı oğlu Sultan Melikşah, yerleştiği Karaman’dan onu kendi Başkenti Konya’ya dâvet etmiş ve dâvetini kabul ettirene kadar da ısrar etmiştir. Celaleddin işte böyle bir babanın oğludur. Baba, oğlundaki diriliş nefesini ilk fark eden adamdır. Bunu evrenselleştirmek için de oğlunu, mânevî bir meşale gibi Belh’ten Konya’ya taşımıştır. Çünkü o tarihte Anadolu hem dünyanın kapısıdır, hem de ilmin kıblesi; Celâleddin Anadolu’nun ruhuyla buluşmasaydı, büyük ihtimalle Mevlâna’ya dönüşemeyecekti. Babası bunu sezmiş olmalıdır ki, gidecek onca İslâm ülkesi varken, Anadolu’yu seçmiştir. Celâleddin’den bir Mevlâna çıkaran isimlerden ikincisi, Belh’de geçen çocukluk günlerinin öğretmeni (lalası) Seyyit Burhaneddin Tirmizi’dır. Hakkında anlatılanlardan sadece ikisini paylaşmak, kendisi hakkında bir fikir verir sanıyorum… Bir akşam vakti cemaate namaz kıldırıyordu. Secdeye gitti ve öylece kaldı. Neden sonra secdeden kalkıp selam verdiğinde, cemaati fark etti: “Namazda iken beni özürlü sayın ve kusuruma bakmayın” dedi, “Zira ben İlahî huzurda kendimden geçiyorum ve her şeyi unutuyorum.” Kayseri’de ziyaretine gelen Şehabeddin Sühreverdi ile saatlerce karşı karşıya oturdukları halde tek kelime konuşmadan ayrıldıklarını gören müritleri, Tirmizi’ye bunun sebebini sormuşlar. Demiş ki: “Hâl ehli yanında, hâl dili gerekir... Hakikatı görenlerin huzurunda susulur. Hâl olmadan, kâl ile müşkülleri çözmek mümkün değildir.” (Sorunlarımızın temelinde “hâl”sızlığımız yatıyor olabilir mi?) Tirmizi, bir rüya üzerine Konya’ya gelip Celaleddin’le buluştu. Eski öğrencisinin bilgisini ölçmekle işe başladı. Bilgisini mükemmel bulunca, “Bilgide dengin yok” dedi, “Ama baban hem hâl ilmi (yaşayış) sahibiydi, hem kâl ilmi sahibiydi. Yalnız söz ile değil, yaşayarak olgunluğa ermişti. Sen kâl ilmine önem vermişsin. Artık kâlden hâle geç. Ancak o zaman baba mirasına sahip çıkabilirsin...” Celâleddin’de Mevlânalaşma süreci böyle başladı. Binaenaleyh, “kal”den “hal”e geçişin anlamını bilmeyenler, Mevlâna Celâleddin’i kavrayamazlar. Derken, Mevlâna son merhaleye ulaştı: Yıllardır bilmeden aradığı Şems-i Tebrizi ile buluştu. İşte o an, çekicin örse vurduğu yerden hâsıl olan ritme yürek tutup dönmeye başladı… Bir ayağı hayatın değişmez gerçeğinde (İslâm) sabit, ötekisi âlemi turlar gibi hareketli, kolları tüm kâinatı içindekilerle birlikte kucaklamak ister gibi açık, elleri ise Allah’ın verdiğini insanlara ulaştırmaya hazır bir ahlâk anlayışı içinde döndü, döndü, döndü… Mevlâna’nın sema etmesi böyle bir mânânın ürünüdür. Kısaca söylemek gerekirse sema, kareografik dönüşlerden ibaret bir dans değil, konsantre bir imanın olgun insan ruhunda meydana getirdiği titreşimlerin vücudu ayaklandırıp döndürmesi halidir. Hz. Mevlâna başta olmak üzere, tüm tarihi kimlikleri, önce onları kılıktan kılığa sokanlardan kurtarmak gerekiyor. |
20 Aralık 2006 Çarşamba |
(Yavuz Bahadıroğlu, Vakit) |
|
|
|
|