Soru:
Soracağım sorularda kesinlikle
art niyet yoktur, kesinlikle Kur’an ve Sünnet ışığında tarafınızdan
bilgilendirilmek amaçlıdır. Şimdiden Allah razı olsun.
1- Zamanımızda bir cemaat
tarafından müslümanlar adına yürütülen hoşgörü ve diyalog faaliyetlerinin İslami
bir şekilde yapılıp yapılmadığı.
2- Her ne niyetle olursa olsun
bu faaliyetleri kabul etmeyen ve eleştiren müslümanlara modern karmati veya
harici deme hakkına herhangi bir şahıs sahib midir ve durumu nedir?
3- Kısaca bütün küfür
ehline hoşgörü gösterilip diyaloğa girilirken müslümanlara karmati, harici ve
anarşist diye yaklaşanlara, bakış açımız ve davranışımız nasıl olmalıdır.
4- İşgal edilmiş bir
ülkenin insanlarının kesinlikle hiçbir imkanları yoksa kendilerini feda
etmelerinin İslam’da yeri nedir, İslam tarihinde buna benzer misaller var mıdır?
5- Hoşgörü ve diyalog
faaliyetleri malumunuz tüm Türkiye tarafından bilinmektedir. Bu konu ile ilgili
zamanımızın büyüklerinin yaklaşımı ile ilgili herhangi bir bilgiye sahib
misiniz?
Cevap:
Bana gönderilen soruların
hangi niyetle sorulduğunu şimdiye kadar sorgulamadım. Bana düşen, sorulan
sorulara kapasitemin ve imkânların elverdiği ölçüde cevap vermektir. Kimseye
“Sen bu soruyu art niyetle sormuşsun; onun için cevaplamıyorum” gibi bir tavrım
olmadı, olmaz. Cevaplara gelince;
1. Dinlerarası diyalog ve
hoşgörü faaliyetlerine
karşı tavrım başından beri hiç değişmedi. İlke olarak Müslümanlar’la
diğer din mensuplarının, hatta dinsizlerin ve ateistlerin diyalog halinde
olmasında herhangi bir sakınca olmadığını düşünüyorum. Daha da ileriye giderek
bunun Müslümanlar açısından bir “zorunluluk” olduğunu söylüyorum.
Zira Müslümanlar
yeryüzünde Hakk’ın yegâne temsilcisidir ve Hak’tan habersiz olan
kitlelere onu duyurma görevi öncelikle ve sadece Müslümanlar’a terettüp
eder. Biz onlarla diyaloğu kesersek onlara Hak ve hakikati kim
ulaştıracak?
Ancak soruda da ifade edildiği
gibi bu faaliyetlerin “İslamî” olması, yani İslam’ın istediği ve
öngördüğü biçimde yerine getirilmesi de bir zorunluluktur.
Bununla iki noktayı
kastediyorum:
A. Hak ve hakikatin
tahrife uğramamış biricik adresinin İslam ve onun temel referansları olan
Kur’an ve Sünnet olduğu gerçeği asla perdelenmemeli, inkâr
edilmemelidir.
B. Diyalog faaliyetlerinin
dinî, politik, sosyal ve kültürel bakımdan İslam’ın ve Müslümanlar’ın
aleyhine sonuç verecek bir oluşum ve gelişim seyri izlemesine izin
verilmemelidir. Bu da bu faaliyetlerin Müslümanlar’ın inisiyatifi ile
başlatılıp yürütülmesini zorunlu kılar.
Şu halde Müslümanlar’la
diğer kitlelerin “din çerçeveli” diyalogu, “İbrahimî dinlerin birlikteliği”,
“dinlerin aşkın birliği”… gibi “yok aslında birbirimizden farkımız”
demeye gelen saçma sapan sloganlar üzerinden değil, ancak “Hak ve hakikatin
tebliği” zemininde ve Müslümanlar’ın inisiyatifinde yapılabilir.
Diyalogcu çevrelerin, yürüttükleri faaliyeti Kur’an ve Sünnet’ten,
hatta tarihten kotardıkları argümanlarla desteklemeye çalışırken bu temel
gerçeği çarpıttığı görülmektedir.
Kısa bir zaman önce ilk iki
cildi neşredilen İslam ve Modern Çağ’da (I, 104 vd.; II, 160 vd.) bu
hususları alabildiğine geniş olarak ele almıştım.
Meselenin bir de “hoşgörü”
boyutu var. Ağzından çıkanı kulağı duyan kimseler için burada meselenin semantik
boyutuyla iştigal etmenin gereksizliği açık. Ancak “diyalog” ve “hoşgörü”
kelimelerinin bir arada kullanılmasının bilinçsiz/rast gele bir seçim olduğunu
düşünmemizi isteyenlerin bizi saf yerine koyduğunu görmemiz gerekiyor. Zira “hoşgörü”nün
“diyalog”un lazım-ı gayri mufarıkı olmadığı gerçeği bir yana, burada
Müslümanlar adına hareket edenlerin, muhataplarının inancına sinmiş bulunan
“şirk”i hoş görmekle kendi zeminlerini berhava ettiklerini hatırlatmak
durumundayız.
2. Diyalog faaliyetlerini
onaylamayanları “Karmatî hezeyanı, Haricî mantık ve anarşist tavır” içinde
olmakla suçlayan kişi Fethullah Gülen hocaefendidir. (Bkz.
http://www.fethullahgulen.com veya http://tr.fgulen.com) Bu benzetmelerin
kimleri hedeflediği ve ne kadar isabetli olduğu üzerinde duracak değilim. Ancak
şu kadarını söylemeliyim ki, diyalog ve hoşgörü faaliyetlerini
onaylamayanları bu şekilde damgalamak ve itham etmek yakışıksız bir tavırdır.
Fethullah Gülen hocaefendinin acaba diyalog ve hoşgörü faaliyetlerini
desteklemeyen/onaylamayan Yahudi ve Hıristiyan dünyadan herhangi
bir kesimi bu şekilde suçladığını gören/duyan olmuş mudur? Böyle diyerek kendi
insanıyla köprüleri atarken Kur’an’ın, “Sen milletlerine tabi
olmadıkça ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmayacaktır”
(2/el-Bakara, 120) buyurarak içyüzlerini açığa vurduğu kesimlerle kardeş
oluvermek neyle izah edilebilir?
Benim birçok kere dile
getirdiğim mülahazalarla veya benzeri düşüncelerle günümüzde sürdürüldüğü
şekliyle diyalog faaliyetlerini onaylamayan ve Karmatî batınîliğinden de Haricî
fanatizminden de anarşizmden de bütün benliğiyle teberri eden kitleler
bakımından yukarıdaki tesbitlerin hiçbir şey ifade etmediği açıktır…
3. Şu haliyle
diyalog faaliyetlerini onaylamayan Müslümanlar’ı –ister düşünce,
ister tavır planında– Karmatî, Haricî veya anarşist olmakla
suçlayan bir kimse hakkındaki davranışımızın nasıl olması gerektiği sorusu,
aklıma İmam Ebû Hanîfe ile talebesi Ebû Mukâtil arasındaki bir
diyaloğu hatırlattı. El-Âlim ve’l-Müte’allim’deki diyalogdan hareketle
şunu söylememiz doğru olur:
Bir kimsenin bizi, bizde
olmayan kötü bir vasıfla tavsif etmesi sebebiyle onu tekfir etmez ve
kendisine adaletli davranmaktan geri durmayız; onun bizi tavsif ettiği şeylerle
veya benzerleriyle biz de onu tavsif etmeyiz. Yanlış yolda olduğunu hatırlatır
ve gerçeği söyleriz.
Ülkemizde
ve İslam aleminde mevcut “cemaat” yapıları, ne yazık ki bireylerde ifrat
bir mensubiyet duygusu köpürtmüştür. Bir cemaate mensup olan bireyler,
genellikle kendi cemaatlerinin şablonlarını, uygulamalarını, liderlerini ve
tarz-ı hareketlerini adeta “vahiy” gibi “lâ yüs’el” telakki ediyor. Bu
öyle çarpık bir anlayış ki, kişiyi, kendi cemaatinin en olmaz yanlışlarını bile
bin dereden su getirerek tevil ederken, diğerlerinin en küçük hatalarını bile
“ekber-i kebair” seviyesine yükseltme garabetine düşürüyor… (Milli
Gazete,16.12.2004)
Hz. Peygamber
(s.a.v)'in, İslam'ı tebliğ maksadıyla çeşitli kabilelere gitmesi, Ebû
Cehil gibi müşriklerin ayağına kadar defalarca gitmekten imtina etmemesi de
dinlerarası diyalog faaliyetlerine dayanak yapılmaya çalışılan hususlar
arasında bulunuyor.
Oysa bu ve benzeri hususların,
Tevhid'i tebliğ amacına yönelik olduğu ve esasen bir peygamber olarak
Efendimiz (s.a.v)'in en temel görevinin tebliğ olduğu gerçeği göz önünde
bulundurulduğunda bu argüman kendiliğinden buharlaşacaktır.
Eğer bugünkü diyalog
taraftarları Tevhid'i tebliğ maksadıyla hareket ettiklerini söyleyecek
olurlarsa, "tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemini nereye terk ettiklerini sormak
gerekir. Ve yine sormak gerekir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, tebliğ
maksadıyla gittiği yerlerde muhataplarını "tanıma, anlama ve hoşgörme" tavrında
olduğunu gösteren bir belge var mıdır?
3.
Bir diğer argüman da Hz.
Peygamber (s.a.v)'in Necran hristiyanları ile görüşmesi ve
kendilerine ibadet etmeleri için Mescid-i Nebi'yi tahsis etmesi olayıdır.
Necran hristiyanlarını
Medine'ye getiren eğer Hz. Peygamber (s.a.v)'in onları iman ile
cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran mektubu ise, olay daha başından
diyalog zemininden uzak bir tarzda başlamış demektir. Zira burada da
"tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemi ile taban tabana zıtlık teşkil eden bir
durumun mevcudiyetini teslim etmek zorundayız.
Akabinde Necran heyeti
Medine'ye geldiğinde, sırf üzerlerindeki ipek giysiler ve altın takılar
sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendileriyle konuşmayı reddetmesini
"diyalog ve hoşgörü"nün neresine yerleştirebiliriz?
Nihayet ipek ve altınları
çıkardıktan sonra huzura kabul edilen heyetle Efendimiz (s.a.v)
arasındaki söz dönüp dolaşıp Hz. İsa (a.s)'a geldiğinde 3/Âl-i İmrân,
59-61. ayetleri nazil oldu. Necran heyeti "mübâhale"yi kabulden
imtina ettiğinde olanları biraz sonraya bırakarak bu ayetlerin muhtevasına
bakalım:
"Allah katında İsa'nın
durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı; sonra ona "Ol!"
dedi ve (o da) oluverdi. (Bu), Rabb'inden gelen bir gerçektir. Öyleyse
şüphecilerden olma! Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara,
"Gelin, sizle ve bizler de dahi olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve
kadınlarımızı çağıralım; sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine
lanet dileyelim" de."
İmdi, Hz. İsa (a.s)
hakkında muhataplarına Kur'an'daki sarahati ve Hz. Peygamber
(s.a.v)'in net tavrını izhar etmeye yanaşmayan/izhar edemeyen diyalogcuların
Necran heyeti hadisesini diyaloga delil getirmesi ne kadar
tutarlıdır?
Bir de olaya şu açıdan
bakalım: Necran heyeti, öyle görünüyor ki Medine'ye İslam'ı
kabul etmek üzere değil, "bir orta yol bulabilme ümidiyle" gelmiştir. Bu niyetle
başlayan macera, sonunda en temel anlaşmazlık konularından biri olan Hz. İsa
(as.)'nın kimliği/kişiliği noktasına gelip dayanmıştır.
Bu noktada inen yukarıdaki
ayetler, Efendimiz (s.a.v)'e –aralarında kendisinin Hak Peygamber
olduğunun farkında bulunanlar da olduğu halde–, bu heyet hakkında "diyalog,
tanıma, anlama ve hoşgörü"yü değil, "karşılıklı lanetleşme"yi, yani köprüleri
atmayı emretmektedir, neden?
Nihayet "mübâhale ayeti"nin
gereğini icra etmek için Efendimiz (s.a.v), yanına torunları, Hz.
Fatıma ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden razı olsun) bulunduğu
halde karşılıklı lanetleşmek için yola çıktı.
Ancak durumun vehametini sezen
heyetten bazıları, başlarına gelecek büyük belayı savuşturmak için Hz.
Peygamber (s.a.v)'e "anlaşma" teklif ettiler ki, bence diyalog
faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine macerası arasında
kurulması gereken ilişkinin tam bu noktada aranması gerekir.
Bu teklif üzerine Efendimiz
(s.a.v)'in yazdırdığı anlaşma metni şöyle:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu,
Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in Necran (halkına) yazısıdır. Onların bütün
mahsulleri, sarı, beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında
Resulullah'ın hükmü, onlara ihsanda bulunmaktır. Bin adet Recep, bin adet de
Safer ayında olmak üzere ikibin adet elbise verecekler; her bir elbise kırk
dirhem (bir okiyye) değerinde olacaktır. Elbiselerden haraç vergisini aşan ve
okiyyelerden eksilen olursa, hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri zırhlar,
atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan alınacaktır.
"Necranlılar elçilerimi yirmi
gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve hiçbir elçi otuz günden fazla
tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve olay vuku bulursa otuz adet zırh, otuz
adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir. Vermiş oldukları zırh, at
ve bineklerden telef olanlar tezmin edilmek suretiyle Necranlılar'a geri
verilinceye kadar elçimin kefaleti altındadır. Necranlılar'ın canları, dinleri,
vatanları, malları, burada bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri ve onlara
bağlı olanlar, Allah'ın himayesi ve Peygamber Muhammed'in emanı altındadırlar.
Şu an içinde bulundukları hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve
haklarından hiçbir şey değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne
bir rahip rahipliğinden, ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır.
Ellerinde bulunan az ya da çok her şeyleri kendilerinindir. Artık ne geçmişten
dolayı bir töhmet, ne de kan davası vardır. Onlar savaş için çağırılmayacak,
mahsullerinden de ondabir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının
askerleri çiğnemeyecektir. Kim hakkını isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan
insaf ile hükmedilecektir.
"Bundan sonra kim faiz alırsa
benim emanımdan çıkmış demektir. Onlardan hiç kimse diğerinin yerine
cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları yükümlülükleri yerine getirip
iyi hal üzere devam ettikleri sürece bu sayfada yazılı olan hususlar Allah'ın
emri gelinceye kadar Allah'ın himayesi Resulullah Peygamber Muhammed'in emanı
altındadır." |