Yeni Şafak Gazetesi’nde İbrahim Karagül’ün “Mekke Las Vegas’a döndü!” başlıklı yazısını okudum. Yazıdaki üzücü konuları zaten biliyordum ama eski yaralarım depreşti, fena halde üzüldüm, sarsıldım. Evet, maalesef İslâm’ın kutsal şehri son yıllarda Las Vegas’a benzetilmiştir. Vaktiyle 1920’lerde Arabistan’daki bütün mezarlar, türbeler yıkılmıştı. Mekke’de Cennetü’l-Mualla kabristanında, başlıkta o zamandan kalmış renkli bir kartpostalını gördüğünüz müminlerin annesi Hazret-i Haticetü’l-Kübrâ validemizin türbesini yıktılar. Medine-i Münevvere’de Bakî Kabristanı’ndaki başta annemiz Hazret-i Âişe’nin türbesi olmak üzere bütün türbeleri yıktılar. Uhud Savaşı’nın yapıldığı yerde Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- Efendimizin türbesi, diğer şehitlerin mübarek kabirleri vardı, bir de cami bulunuyordu, onlar da yıkıldı, hâk ile yeksan edildi. Almanca bir kitapta orasının bir fotoğrafını buldum, inşaallah büyütüp biraz rötuş ettirip levha haline getireceğim. Bedir’de cami ve şehitlik vardı, orası da dümdüz… Cidde’de Hazret-i Havva annemizin türbesi de düzlenilip yok edildi. Bir ara Osmanlılar zamanında Medine’yi ele geçirdikleri zaman Fahr-i Kâinat, Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin mübarek türbesini de yıkmaya kalkışmışlardı. Kazma ile kubbeye çıkarttıkları adamın ayağı kaydı, düştü, öldü. 1920’lerde o mübarek makamı da yıkmak istediler, İslâm Âlemi’nin lanet ve öfkesinden çekinerek bıraktılar. Arabistan’da ne kadar türbe, kabir varsa hepsi tarumar edildi. Bir tek Efendimizin türbesi ayakta kaldı. Osmanlı Devri’nden kalma ne kadar resmî bina varsa yıktılar, yok ettiler. 1967’de Mekke’ye ilk gittiğimde şehre girmeden önce sağ tarafta nefis bir Osmanlı Kışlası vardı. Önünde tekerlekli iki sahra topu duruyordu. Resim çekmek istedim, izin vermediler. Cidde’nin, Medine’nin surları yıkıldı gitti… Resmî devair yıkıldı… Mekke’de, Medine’de tekkeler vardı, hepsi yıkıldı… Medine’de Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi yıkıldı… Hangi birini sayayım? Yazarken hafakanlar basıyor, fena oluyorum. Mezarlar, türbeler harammış, onları ziyaret şirkmiş! Bunlar hep hezeyan. 1971’den beri Kutsal Şehirleri ziyaret etmedim. Artık gitmeye de korkuyorum. Mekke-i Mükerreme gökdelenle dolmuş, İbrahim Karagül Bey’in dediği gibi Las Vegas’a benzemiş. Resulullah –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor: “Ahir zamanda, deve çobanları birbirleriyle “benim binam daha büyük” diye çekişecekler.” O günlere geldik. Eskiden terbiyeli Müslümanlar sadece Kâbe demezler, “Kâbe-i Muazzama” derlermiş. Osmanlılar zamanında yapılan Harem-i Şerif revakları ve minareleri Kâbe’nin boyutları ile uygun bir orantıya sahipti. Şimdi sanat kıymeti olmayan dev gibi binalar yaptılar. Osmanlı minarelerini yıktılar, kubbeli revakları da yıkıyorlardı, rica minnet durduruldu. Ya Rabbi! Cidde’de, Mekke’de, Medine’de ne kadar güzel eski zaman evleri, binaları vardı. Cepheleri cumbalı, işlemeliydi. Hepsi buldozerlerle yıkıldı. 1967’de Medine-i Münevvere’de Osmanlılar zamanından kalma bir bina görmüştüm, kapısında mermer bir kitabe vardı: “Medine Kadılığı”. Talik hatla yazılmıştı ve hattatı, hattatların sultanı meşhur Sami Efendi’ydi. İki sene sonra tekrar geldiğimde binanın yerinde yeller esiyordu. Eyvah!.. “Bari kitabesi saklandı mı?” diye sordum, heyhat dediler, kitabe enkaz altında kaldı, atıldı gitti. Bir sene kadar önce Yemen’e gittim, orada UNESCO’nun desteğiyle eski mimari ve şehircilik korunmuş. Yeni yapılan binalar da İslâm-Arap millî üslubuna göre yapılıyor. Ne güzel… Menhus İkinci Meşrutiyet’ten sonra birtakım Jön Türkler ve İttihatçılar kutsal şehirlere saygı göstermediler. Yaşlılardan duymuştum, Medine’de Harem-i Şerif’te borulu gramofon seslerinden huzur içinde ibadet edilemiyormuş. Daha beteri şehrin dış mahallelerinde bir günah evi de açılmış. Emanetin hakkını vermedik, Allahu Teala aldı. Mekke ve Medine şehirleri ve Arabistan’daki diğer mübarek ve mukaddes yerler hiç kimsenin babasının tapulu malı değildir. Onlar birer Emanetullahtır. Hak Teala Hazretleri emaneti dilediğine verir, dilediği zaman da geri alır. Gökdelenler, Amerikanvarî hipermarketler, gece karanlığında bir yanan bir sönen kırmızılı, yeşilli, mavili neon lambalar… Egzozlarından zehirli dumanlar çıkartan deccalî ve şeddadî seyyareler… Bütün bunlar kutsallıkla kabil-i telif olmayan şeylerdir. Mekke’nin, Medine’nin dışına uydu kentler kurularak çağdaş hayat oralarda yaşanabilirdi. Lâkin İslâm’ın iki kutsal şehri asla modern ve çağdaş bir hale getirilemez. Onlar zamanın üstü şehirlerdir. Oralara giden İslâm’ın havasını, kültürünü, medeniyetini, sanatını, ruhaniyetini, maneviyatını hissetmeli, görmeli, duymalı, koklamalıdır. Bir Ehl-i Sünnet Müslümanı, ekâbir-i evliyadan bir zat için “Ya veliyullah!” derse müşrik olurmuş… Peki, hükümdarlarına “Ya Melik! El Muazzam!..” diyenler ne oluyor? Kudüs’te, Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra civarında Yahudiler arkeolojik kazı yaptılar diye ortalığı velveleye veriyoruz. Peki, Mekke ve Medine elden gitmiş, Las Vegas’a dönmüş, niçin sesimiz çıkmıyor? Anlattılar, utandım yerin dibine girdim. Mekke’de bir grup zengin Müslüman umre yaparken lüks otelin (aynı zamanda gökdelen) lobisinde televizyonun karşısına geçmişler, gözleri fincan gibi açılmış heyecan içinde, bağırarak çağırarak bir şey seyrediyorlarmış. Neymiş o şey? Bizim umre beylerimiz Mekke-i Mükerreme’de (Yüce Allah kadrini çoğaltsın) Türkiye’de yapılan bir futbol maçını seyrediyorlarmış. Son elli sene içinde petrolden bir kısım Arap ülkelerine trilyonlarca dolar gelir girdi. Tekrar ediyorum: Trilyonlarca dolar… Bu paralar Kur’an-ı Kerim’in, Sünnet’in, Kutsal Şeriat’ın, hikmetin rehberliğinde harcanmış olsaydı bırakınız sadece İslâm Dünyası’nı bütün insanlık kurtulur, selamet bulurdu. Soruyorum, bu paralar İlay-ı Kelimetullah için mi harcandı? Cihad fî sebilillah için mi? Faydalı ilimler, irfan, marifet, hikmet için mi? Ümmet-i Muhammed’e rehberlik yapacak hayırlı ve kâmil Müslümanlar yetiştirmek için mi? Heyhat… Heyhat… Heyhat… Efsus!.. Bin kere, milyon kere efsus!.. Amerikan bankalarında milyarlarca dolar… Gökdelenler… Özel uçaklar… Binenlere gurur, kibir veren binitler… Saraylar, kâşaneler… Lüks hayat… Alabildiğine konfor… Müslümanlık sadece zahirle olmuyor. Zahirin yanında batın da gerekiyor. Müslümanın en büyük düşmanı nefsidir, sonra dünyadır, sonra paradır. Bir, Beni Âdem’in seyyidi olan o Yüce Peygambere bakalım. Ne kadar mütevazı yaşamış, alçakgönüllü hareket etmiş, el-fakru fahrî=fakirlik övüncümdür buyurmuş… Bütün ömrü boyunca buğday ekmeğiyle etin ikisini birden doyasıya yememiş… Bazen yattığında altındaki hasırın izleri mübarek vücudunda görülürmüş… Bir de bugünün İslâmcı geçinenlerine bakınız. Arada ne korkunç uçurumlar var. Eyvah, eyvah! Kutsal beldeler elden gitti. |