OSMANLI
Rumlarından avukat Yorgaki Bey, 1944'te yayınlanmış bir yazısında
aşağıdaki vak'ayı anlatıyor. Yorgaki Bey, bunu bizzat yaşamış, görmüş,
işitmiştir. Önce avukat Beyin lisanından vak'anın ne olduğunu öğrenelim:
"Otuz sene
kadar evvel, hukuk tahsilimi bitirerek, iki senelik avukat bulunuyordum. Nuri
Paşa miras meselesine müteallik bir dava için Afyonkarahisarına gitmiştim.
Meşhur İpranosyan Biraderler ticarethanesinin de umumî vekili bulunduğum için,
boş saatlerimi mezkûr firmanın Afyonkarahisarındaki şube mağazasında
geçiriyordum. Bir gün Livanın Aziziye kazası köylerinden birinden, elindeki
mendilinde elli altın çıkılı bir genç, mağazaya geldi. Babasının mağazaya elli
altın borcu olup, vefat ederken bunun ödenmesini, helâllaşılmasını kendisine
vasiyet ettiğini ve bu parayı alarak haklarının helâl edilmesini, müdüre teklif
etti. Defterlere müracaat olundu; fakat, böyle bir alacak kaydına rastlanamadı,
teklif reddedildi. Şu red cevabı, genç üzerinde müthiş te'sir yaptı, sanki
babası mezardan kalkmış yakasına sarılmış gibi heyecanlandı; hüngür hüngür
ağlamağa başladı; 'Ben babamı borçlu yatırmam, babam yalan söylemez', diye
paranın alınmasında ve helâllık verilmesinde ısrar etti; lâkin, müdür de, durumu
kavrayamadığından, parayı almamakta inad etti. Genç ağlayarak ve 'Ben
aldırırım!' tehdidini savurarak gitti. Biraz sonra, bir jandarma gelerek,
Mutasarrıfın kendisini istediğini müdüre tefhim etti ve ben de birlikte gittim.
Mutasarrıf, Naible beraber dairesinde bizi kabul etti; genç de hazırdı. Gencin
şikâyeti tekrarlandı, müdür de, defterlerde yazılı olmayan bir parayı
alamayacağını ve bu sebepten gencin arzusunu yerine getiremediğini anlattı.
Mutasarrıf, bir hal çaresi bulmağı Naibe havale etti. Naib de, gence hitaben:
'Ver oğlum şu parayı' diyerek aldı; müdüre de, 'Bu parayı yapılmakta olan Millet
Hastanesi'ne teberrü et ve çocuğun babasında olan hakkınızı helâl eyle'
dedi...Bu suretle mesele halledilmiş oldu.Genç, babasının vasiyetini yerine
getirmiş ve ona helâllık almış olmaktan mütevellit sürur ve hem de kul borcundan
kurtararak, kabrinde, babasını borçsuz yatırmaktan mütehassıl gururla gitti."
Yazıyı
okuduk... sıra ibret almaya geldi...
Birinci
ibret: Ölüm döşeğine düşen Osmanlı Müslümanı, gayr-i müslim
bir vatandaşa olan borcunun ödenmesi için oğluna sıkı talimat veriyor, vasiyette
bulunuyor. "O benim dinimden değil..." demiyor. Osmanlı Müslümanı...
İkinci
ibret: Osmanlı'nın gayr-i müslim insanı, alacak defterine
bakıyor, böyle bir hesap göremediği için parayı kabul etmiyor...
Üçüncü
ibret: Borçlu Müslümanın, Müslüman oğlu diretiyor, "Ben babamı
kabirde borçlu bırakamam..." diyor, hattâ ağlıyor...
Dördüncü ibret: Gayr-i müslim vatandaş "Bu para benim hakkım değildir,
kesinlikle alamam" diyor.
Sonunda
iki tarafı memnun eden kararı, ilmiyye sınıfına mensub sarıklı bir bürokrat
veriyor. Gayr-i müslime "Lütfen parayı alınız, inşaatı devam eden hastaneye
veriniz. Bir hayır olsun..." diyor.
Osmanlı
toplumunda çeşit çeşit dinler, "milletler", kiliseler, cemaatler vardı. Bunların
mensuplarının içinde bozuk ve yaramaz kimseler, güruhlar bulunabilirdi ama esas
itibariyle dürüsttüler.
Son otuz
yıl içinde toplum ahlâk, fazilet, karakter, dürüstlük bakımından dehşetli
kayıplara uğradı.
- Vâdeli
senetler/ bonolar günü gelince ödenmez oldu.
-Çekler
karşılıksız çıkmaya başladı.
-Ticarete,
iş hayatına yalan, hile, düzenbazlık karıştı.
-Devlet,
millet, belediye malları Yağma Hasan'ın böreği gibi talan edildi.
-İhalelere
fesat karıştırıldı.
-Tereke
çeteleri türedi, sahte belgelerle nice gayr-i menkulü (taşınmaz mal) ellerine
geçirdiler, sattılar.
-Rüşvet
korkunç boyutlara ulaştı.
-Haram
yemek yaygınlaştı.
-Para
din-iman, put, ana değer haline geldi.
-Ayağını
yorganına göre uzatmak, kanaat etmek, gelirine göre bir hayat sürmek unutuldu;
israf, gösteriş, saçıp savurma aldı yürüdü.
Bazı
insanlarımız o kadar beyinsiz oldular ki, lüks bir otomobilin kendilerine değer
kazandırdığını zannederler.
Be
sersem!..Lüks ve pahalı bir otomobil alçak, rezil, haydut, haramî, şakî bir
insana zerre kadar değer, haysiyet, şeref kazandırmaz.
Akademik
hayatın da, soyluları, soysuzları, köklüleri, türedileri bulunur. Üniversiteler,
ülkenin beynini teşkil eder. Beyin bozulursa, kalitesiz hale gelirse, vazifesini
yapamazsa vay o bedenin haline!..
Din
hayatının da, vasıfları, vasıfsızları vardır. İslâm hem din, hem medeniyettir.
Medeniyet, kültür, sanat tarafı olmayan dinî hizmet düşünülemez.
Camileri
sadece, günde beş kez namaz kılınan mekânlar, imamları namaz kıldırma memuru
olarak görenler ve anlayanlar, İslâm'ın ne olduğunu bilmeyen kimselerdir.
Bu
memleketteki fitne, fesat, kriz, bozukluk, kokuşma, olumsuzluk konusunda en
büyük vebal Diyanetİşleri Başkanlığı'na, dinî cemaatlere, din adamlarına
aittir.Onlar vazifelerini hakkıyla yapmış olsalardı, Türkiye bu hale gelmezdi.
Elli
senedir bitmez tükenmez yaygaralar, para toplamalar, faaliyetler.
Cami
kaloriferleri, cami hoparlörleri, cami klimaları, cami helâları, cami
meşrutaları (lojman), cami halıları, cami ışıldakları, cami fırıldakları...
İslâm bu
mudur?.. Cami bu mudur?..
Peygamber
aleyhisselâtü vesselâm, "Din nasihattir" buyurmuş. Bizdeki Diyanet, dinî
cemaatler, din hizmetlileri halka gereği gibi öğüt verebiliyorlar mı?
İslâm'da
müjdeleme ve uyarı vardır. Halkı, bilhassa gençliği müjdeleyip uyarabiliyor
muyuz?
Her sene
halktan, milyarlarca dolar islâmî hizmet ve faaliyet parası toplanıyor ve
Türkiye'nin şu haline bakınız.
Koskoca
bir dinî cemaat, işi gücü bırakmış, Diyalog ve Hoşgörü yapıyor. Be mübarekler,
tebliğsiz, davetsiz Diyalog ve Hoşgörü olur mu?
Din
işleri, din hizmetleri, dinî faaliyetler kaliteli bir şekilde yürütülmezse, din
sömürüsü Müslüman kesimi soyar, tokatlar, perişan eder.
İslâm
dini, İslâm fıkhı, İslâm Şeriatı zekâtın ancak hakiki şahıslara verileceğini
açıkça bildiriyor ve zekât alabilecek insanların kimler olduğunu yine açıkça
beyan ediyor. Zekât parasıyla cami, okul, başka hayır binaları yapılmaz.Tüzel
kişilere, derneklere, vakıflara, cemaatlere zekât verilmez. Lâkin birtakım
cemaatler, fakirlerin, muhtaçların, sürünenlerin hakkı olan zekâtlara bile el
uzatmaktan çekinmiyorlar.
Türedilerden, türedilikten kurtulmadıkça iflâh olmayız. |