Suriyeli Âlim Muhammed Vehbe
Zuhayli Hoca:
"Bir Müslüman Yahudi ve Hristiyanların cehenneme
girmeyeceğini söylerse gayr-i Müslim olur"
Suriyeli âlim Muhammed Vehbe ez-Zuhaylî, Dimeşk Üniversitesi
Şeriat Fakültesi, el-Fikhü'l-Mukâren (Karşılaştırmalı Fıkıh) bölümünün
başkanıdır. Cidde Fıkıh Konseyi gibi bir çok Uluslararası komisyonun üyesi ya da
danışmanıdır. Türkiye'de daha çok, Zaman Gazetesi'nin de promosyon olarak
verdiği İslam Fıkhı Ansiklopesi adlı çalışmasıyla tanınmaktadır. Görüştüğümüz
tüm ilim ve fikir adamlarına yönelttiğimiz modernizm, diyalog, sünnetin teşriî
değeri vb. konularla ilgili sorularımızı ez-Zuhaylî hocaya da yönelttik. Bu
görüşmenin bir bölümüne Emin Saraç hocaefendi, Hamdi Aslan hoca ve H. İbrahim
Kutlay hoca da katkıta bulundular.
Ömer Faruk Tokat: Türkiye'de
akademik ortamda genel olarak bir tür modernist temayülün egemenliğinden
bahsetmek mümkün. Pakistanlı Dr. Fazlurrahman ve sayın Hasan Hanefî vb.
isimlerin etkisi altında olduğunu gözlemlediğimiz birçok akademisyen
var…
Prof. Dr. Muhammed Vehbe
Zuhaylî Hoca: Öncelikle Hasan Hanefî'den
"sayın" diye sözetmeyin. O bir isyankârdır (mütemerriddir). Modernistler İslâm
dairesinin dışında değerlendirilmelidir.
Ömer Faruk Tokat:
Bu akımın karşısında yer alanlar ise modernistler
tarafından "geleneği" kutsallaştırmak ve gelenek taklitçiliğiyle itham ediliyor.
Siz Türkiye'de özellikle el-Fikhu'l-İslâmî ve Edilletuhû adlı
ansiklopedik çaptaki çalışmanızın Türkçeye çevrilmesinden sonra çok bilinen bir
şahsiyet oldunuz. Bu yüzden bu meyanda yapacağınız değerlendirmelerin önemli
olduğunu ve Türkiye halkları üzerinde hatta akademik çevrelerde etkileri
olabileceğini düşünüyoruz. Modernistleri ve gelenekçileri nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Rahman ve
rahîm olan Allah'ın adıyla… Modernistler diye adlandırılan kesimin islâmî
düşünme biçiminden kendilerini soyutladıklarını, ona muhalif durduklarını ve
hatta düşmanlık yaptıklarını düşünüyorum. Bunlar Batı kültüründen ve ithal
düşüncelerden yoğun olarak etkilenmiş kimselerdir. Bu akım Kur’ân-ı Kerim'de ve
Sünnet-i Nebeviyye'de açıklanan Allah'ın dini ile çatışmaktadır. Biz ilmî
gelişme hususunda hiç kimseye mani olmayız. Her sahadaki modern ilimlerin
sonuçlarından faydalanma, endüstri, ziraat, uzay bilimleri, kara ve deniz
bilimleri de dâhil olmak üzere her alanda muasır kalkınma seviyesine ulaşma
konusunda İslam ümmetinin batıyla rekabet etmesine kimsenin karşı olması
mevzubahis değildir. İslam bizden bütün bu alanlarda varlık göstermemizi ve
başkalarıyla rekâbet ederek gelişmemizi ister. Ancak ilmî gelişme dediğimiz şey
İslâm'ın sâbitelerince kuşatılmış ve sınırları bu sâbitelerle belirlenmiş
olmalı. O halde islâm âlimleri olarak biz otantiklik/özgünlük ile muasırlığı
cemetmek durumundayız. Ancak sâbitelerimizi korumalıyız. Çünkü onlar beşerî bir
aklın ürünü değil; Allah Celle Celâluhû'nün vahyi, kelâmı ve kıyâmete kadar
varlığını sürdürecek tertemiz, evrensel, son ve yegâne dinidir.
Dolayısıyla bu sâbiteleri
ötelememiz hiçbir şekilde mümkün değildir. Allah'ın dininin ve şeriatının
üzerine kurulduğu akâid ve ibâdet esaslarını ve muâmelât kâidelerini
korumalıyız.
Sâbitelerle ilgili bu
duyarlılık dünyaya açılmayacağız anlamına gelmemektedir. Çünkü bir hadîs-i
nebevîde Hz. Peygamber (Sallallâhu aleyhi ve sellem), "Hikmet, müminin
yitiğidir; nerede bulursa onu almalıdır" buyurmaktadır. Dolayısıyla biz iki
yönelimi de kendimizde toplamalıyız. Dinimizden ve Rabbimizin şeriatından
vazgeçmemiz mümkün değildir. Çünkü bundan vazgeçmek İslam'dan çıkmak
demektir.
Ben modernistleri dinledim
ve yazdıklarını okudum. Onlar Allah'ın şeriatını, bu şeriatın esasları ve
kâideleri ile amel etmeyi en son sıraya koymak istiyorlar. Sarîh şerî nassları
ihmal ediyorlar ve şerî nassı itibara alma hususunda onu en geri planda
tutuyorlar. Mahza akıldan hareket ediyorlar halbuki mahza akıl çoğunlukla yanlış
yapar. Çünkü Allah Sübhânehû ve Te‘âlâ mahza aklı şeriatın kaynaklarından biri
olarak belirlemediğini şu âyet-i kerîmesiyle ifade etmektedir: "Eğer gerçek
onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulananlar bozulup
giderdi." Öyleyse akıl, insanı saptırmaması ve ona bu dinin asıllarını ihlal
ettirmemesi için şeriatın ve vahy-i ilâhînin sınırları içinde hareket etmelidir.
Bu yüzden bizi bu insanların, tefekkür ve teenni ile hareket etmelerini ve
objektif olmalarını öneriyoruz.
Çünkü her millet
hareket edebilmek ve kalkınmak için kendi temel dinamiklerinden ve sâbitelerinden yola çıkarak ve medeniyetinin asıllarını koruyarak bunu yapmak
durumundadır. Sahih aklın, hikmetin ve bilincin gereği de budur. Yoksa aklın her
ifraz ettiği şeyin vahy-i ilâhînin yerine geçmesi sözkonusu olamaz. Bu yüzden
bizim için "sâbiteleri kutsallaştırıyorlar" denmesi anlamsızdır. Sâbiteleri
tabii ki kutsallaştırmamız ve saymamız gerekiyor ama öncelikle onları anlamamız
gerekiyor. Eğer ilimle ulaşılan şeyler yararlı ve selîm ise İslâm'ın buna karşı
olması düşünülemez. İslâm ilmin yanındadır. İlme ve âlimlere değer vermiş, islâm
âlimlerine aklı kullanmayı ve düşünmeyi vacib kılmış ve aklî faaliyeti islâmî
bir yükümlülük kılmıştır. Dolayısıyla aklî faaliyette bulunmak ve sahih bilginin
ortaya koyduklarını almak şerî bir zorunluluktur. Öyleyse bizim modern hayattan
kopuk olduğumuzun ve gelişmelere bigâne kaldığımızın söylenmesi doğru değildir.
Mazide takılıp kaldığımız şeklindeki ithamları hiçbir sağlam esasa
dayanmamaktadır. Bizi bu şekilde itham edenlerin asıl kendileri
töhmet altındadır. Çünkü onlar Allah'ın dinini ve şeriatını ötelemektedir... Kur‘ân ve
Sünnet'in belirlediği şerî esasların gereklerini yerine getirmemektedirler.
Biz zikredilen bu asılları
değiştirme yetkisine sahip değiliz. Çünkü bu, hiç kimsenin ihlal ve tecavüz etme
ya da bu şeriatın belirlediği bir şeyi reddetme yetkisine sahip olmadığı, ilâhî
ve rabbânî bir şeriattır. Bununla birlikte bu ilâhî şeriat dünyaya açılmaya ve
farklı kültürleri almaya ve bilimlerin pratik gerçekliğe aktarılmasına ve
tercüme edilmesine çağıran ilk dindir. Dolayısıyla bunların istediklerini biz
kendi sâbitelerimizi kullanarak da gerçekleştirebiliriz. Yani geriliğin
sebebini, sâbitelerde değil Müslümanların, marifet ve bilgilerini pratik
gerçekliğe dönüştürme konusundaki ihmalkâr tutumlarında aramak gerekiyor.
Hikmetin gereği budur. Herşeyden önce biz müslümanız. Bununla birlikte bu asırda
yaşıyoruz ve insan ihtiyaçlarının ve maslahatlarının gerektirdiği her şeyi
saygıyla karşılıyoruz. Zira Allah Sübhânehû ve Teâlâ bu ümmetin aklını ihmal
etmediği gibi zihnî ve düşünsel faaliyete, tefekkür ve tedebbüre teşvik
etmektedir: "Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler
vardır", "Şüphesiz bütün bunlarda akıl sahipleri için ibretler vardır",
"Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın kudretine) işaretler vardır"
vb. âyetler bu hususu açıklar. Dolayısıyla İslâm'ın getirdiği her şey aklî ve
düşünsel çalışmalar için bir hareket noktasıdır. Bu yüzden İslâm'ın ilimle
çatıştığını söylemek hiçbir şekilde mümkün değildir. İlmin ulaştığı kesin
sonuçların hepsi İslam'la uyum halindedir.
Ömer Faruk Tokat:
Hocam, Muhammed Âbid el-Câbirî, Nasr Hâmid Ebû Zeyd
Muhammed Arkoun vb. nasların tarihselliğini savunan akademisyenlerin sesleri
Türkiye, Endonezya ve Malezya gibi Arap olmayan toplumlarda daha fazla yankı
buluyor. Sizce bunun sebebi nedir?
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Evet bu
söylediğiniz doğru. Arap olmayan toplumlarda daha etkin olmak istiyorlar. Bu bir
anlamda çirkin bir fırsatçılıktır. Arap olmayan halkları,
imkânlarıyla, felsefe ve düşünceleriyle etkileyeceklerini sanıyorlar. Çünkü
Araplar nass dairesinin dışına çıkmaz. Ayrıca bu kişiler nassların tarihselliği
vb. söylemleri dile getirirken büyük bir yanlışın içindeler. Zira bu, Allah'a ve
Rasûlü'ne bir ihanettir. Nasslar kıyamete kadar dâim ve kâimdir. Dolayısıyla
Kuran ve sünneti tarihsellik tezi içine hapseden bir anlayış, sahibini ilhada ve
küfre götürür… Bu şeriatın asılları ve gerektirdikleriyle çatışan bir yaklaşım
biçimidir.
Ömer Faruk Tokat: Günümüzde
Usul-i Fıkıh ilmi, kıyas maksatlı "ta'lil"e ve "lafzî mebhaslere" fazlaca yer
verdiği, Usul-i Hadis ilmi ise hem tek bir mezhebin
(Şafiî mezhebi) görüşleri doğrultusunda takarrur ettiği, hem de rivayetlerin
sıhhat değerlendirmesinde ağırlıklı olarak senedi ön plana aldığı gerekçesiyle
eleştiriliyor. Usul-i Fıkh'ın tümevarımcı bakış açısını temsil eden "makasıd"
merkezli bir yapıya, Usul-i Hadis'in de sıhhat kriterlerini Kur'an'ı merkeze
alan bir yaklaşım üzerine bina edilmesi gerektiği söyleniyor. Hatta bütün
ilimlerin usulüyle-füruuyla, rivayetiyle-dirayetiyle Arap aklının (ya da daha
genel olarak "Ortadoğu aklı"nın) tarihin belli bir dönemindeki işleyiş biçimiyle
teşekkül ettiği söyleniyor. Bu konuda neler söylersiniz?
[Tam bu sırada kapı zili
çalıyor… Emin Saraç Hoca, Hamdi Aslan Hoca ve Halil İbrahim Kutlay Hoca da
programımıza iştirak ediyor. Röportajın bundan
sonrası mezkûr hoca efendilerin de katılımıyla devam
ediyor] Vehbe Zuhaylî Hoca:
Sorunuza
dönersek, öncelikle usûl-i fıkıh üç kaynaktan doğmuştur. Birincisi Arap dili
kâideleri, ikincisi, mekâsıdü'ş-şerî‘a, üçüncüsü ise Kurân nassının mazmûnudur.
Bu ilim, şeriatın usûlünden başka bir şey değildir. Nassların talîli ve kıyas bu
ilmin konularından biridir. Bu ilmin "lafzî mebhasler"den oluştuğu iddiası
asılsızdır. Bu lafzî mukaddimeler usûl-i fıkıh ilminin anlaşılması içindir.
Arapçada her şey, kavramları ve anlamlarını bilmemizi gerektirir. Usûl-i fıkhın
konusu da zaten budur. Ancak kavramlara takılıp kalmayı kastetmiyoruz. Zira
kavramlar araçsaldır yani ilmî araçlardan bir araçtır. Çünkü bir şey hakkında
hüküm vermek onun tasavvurundan bir bölümdür. Öyleyse bu mustalahların ve
delâletlerinin anlaşılması, şerî nassların anlaşılmasında elzemiyet ifade eder.
Bu durum pozitif hukuk sistemlerinde bile böyledir.
Şimdi bu kişiler dünyadaki
diğer hukuk sistemlerini unutarak eleştirilerini neden Allah'ın şeriatına ve
dinine yöneltmektedirler? Diğer hukuk sistemlerinde mutlaka bilinmesi gereken ve
zorunlu olan kavramlar vardır. Hukuk felsefesiyle ilgili kitaplar ve hukuk
ekolleri… Bütün bunlar kanun metinlerinin yorumlanması için oluşmuştur. Bu tabii
bir durumdur ve bütün pozitif hukuk sistemleri için geçerlidir. Öyleyse bunun
usûl-i fıkıh ilminde olması neden yanlış olsun?
Mustalahu'l-Hadîs ilmine
gelince bu ilmin İmâm-ı Şâfiî'nin görüşleri doğrultusunda takarrur ettiğini
söylemek yanlıştır. İmâm-ı Şâfiî bu ilmin yolunu açan, tedvin eden, usûl ve
kaidelerini belirleyen ilk âlimdir. Daha sonra gelen bütün islâm âlimleri de
bunu makbul ve muteber addetmiştir. Bu usûl kâidelerini ilk defa ortaya koyan
İmâm-ı Şâfiî değildir. Mustalahu'l-Hadîs ilminin kâideleri İmâm-ı Şâfiî'den
önceki bütün ictihad imamlarınca bilinmekteydi.
Rivayetlerin sıhhat
değerlendirmesinde ağırlıklı olarak senedin ön plana alındığı şeklindeki
iddialar yanlış ve saptırmadır. Biz senede önem verdiğimiz gibi metne de önem
veririz. Mustafa es-Sibâî merhumun es-Sünnetü ve Mekânetühâ fît'Teşrî‘
adlı kitabına bakıp, hadis âlimlerinin senede önem verdiği kadar metne yani
hadisin mazmununa da ihtimam gösterdiklerini anlasınlar. Sened
değerlendirmesiyle birlikte metni tahlil etmek için de kaideler konulmuştur.
Hadis ve fıkıh usûlu
ilimleri sağlam esaslar üzerine kurulmuştur… Müslümanların nasslara ve nassların
tevsikine son derece önem vermelerinden doğmuştur.
Bunlar, hiçbir kültürün ve
medeniyetin ortaya koyamadığı ilmî kaideleri muhtevî olan ilimlerdir…
Müslümanların medâr-ı iftihârıdır… yoksa modernistlerin iddia ettiği gibi donuk
ilimler değildir. Bu tür iddiaları dillendirenler aslında bu ilimleri
vazedenlerin seviyesinde olmadıkları için bunların kıymetini takdir
edememektedirler… Takdir edebilseydiler bu ilimlerin kaçınılmaz olduğunu
anlarlardı. Bu ilimler İslam âlimlerinin şekilci ve zahirci olup hakîkatlere
bigâne kaldıklarını değil onları şükranla yâd etmemizi gerektiren ilim
dallarıdır. Âlimlerin hakikatlere inemeyerek zahire ve şekle takılıp kaldığını
söylemek bir sû-i zandır. "Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır", "Zan asla
gerçeğin yerini tutamaz" (Âyet).
Hamdi Arslan Hoca: Son
zamanlarda özellikle de Türk akademisyenler arasında bahusus batı dünyasıyla
diyalog yapılması gerektiğini söyleyenler var. Türkiye'de bir cemaat muhtelif
platformlar oluşturuyor. Bu platformlardan biri diyalog programları düzenliyor.
Bu toplantılarda ateistleri, kâfirleri, Marksistleri ve masonları bir araya
getirerek diyaloğu gündem yapıyorlar. Bu programları daha önce New York ve
Washington'da düzenlediler. Amerikan istihbaratının da bu toplantılarda hazır
bulunduğu söyleniyor. Bu yıl konferansı Paris'te düzenlediler. Bu programlarda
ibrâhimî dinlerin birliği savunuluyor. İslâm, adeta Yahudilik ve Hristiyanlıkla
eşitleniyor. Üç semâvî din arasında âmentu (imanın 6 şartı) üzerinde
ittifak olduğu söyleniyor.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
İlkeli ve
objektif olunması ve ilmî neticelere saygı duyulması koşuluyla dinî, medenî ve
kültürel alanlarda diyaloğun bir mahzuru yok. Ancak burada suyu bulandıran şey,
küreselleşmedir. İşin hakikatinde onlar müslümanları tanımıyor. Halbuki
diyaloğun ilk şartı ötekini tanımak ve kabul etmektir. Ama onlar küstah ve
tepeden bakan tezlerine uygulama yolu açmak ve politik, ekonomik, enformatik ve
kültürel küreselleşmenin gereklerini dayatmak için "medeniyetler çatışması" vb.
konuları sürekli gündemde tutuyorlar. Dolayısıyla bütün bu yapılanlar
Müslümanları sarsmayı ve savurmayı ve vahy-i ilâhîyi bozmayı hedefleyen büyük
bir aldatmacadır.
Bir diğer husus, yahudilik,
hiristiyanlık ve islâmı bir potada eritip çözmek için ibrâhimî din esasından
hareket ediyorlar. Gerçekte bu, din değildir. Çünkü din, hatta tevhid dini
olması dığında Hz. İbrahim'in dini ve bağlı olduğu ilkeler bilinmemektedir.
Aynı şekilde Yahudi ve hristiyanlığın –mensuplarının da ifade ettiği üzere-
temel ilkeleri yoktur. Bu gün elimizde olan Tevrat Musa (a.s.)'a inen Tevrat
mıdır? Bu günkü İncil, Hz. İsa (a.s.)'a inen İncil midir? Onlar bunun mahza
tarih olduğunu kabul ediyorlar. Yani onların da itiraf ettiği üzere bu kitaplar
Hz. İsa'ya ve Hz. Musa'ya inen kitaplar değildir. Dolayısıyla onlar temelsiz bir
zeminde/boşlukta hareket ediyorlar.
Bizim şeriatımız ise
–Allah'a hamdolsun- katî olarak sâbit ve kıyamete kadar geçerli bir kitap olan
Kur’ân-ı Kerim'e dayanmaktadır. Dolayısıyla bu durum islâm aleyhine kurulan
komploları deşifre ettiği için bizim bu dönüşümü ve sinsi planları reddetmemizi
gerektiriyor.
Diyalog konusuyla ilgili bir
diğer nokta ise şudur. Bu işleri yönlendirenler muğâlata yapıyor ve hakikatleri
çarpıtıyorlar. "Allah'a iman ettim" dediklerinde biz diyoruz ki: bu iman
ettiğiniz Allah kimdir? Nasıl bir şeydir? Hristiyanlar onun İsâ olduğunu;
Yahudiler ise ilahlarının Üzeyir (a.s) veya madde olduğunu söylüyor.
Dolayısıyla
temel itibariyle sapkın bir tanrı tasavvurları var. Halbuki biz öncelikle imânın
üzerine kurulduğu zeminin/asılların üzerinde ittifak etmemiz gerekir. Ayrıca
onlar bu diyalog konusunda yalan söylemektedir. Öncelikle, birlediğimiz ilahın
kimliği ve nasıllığı üzerinde birleşmeliyiz. Onların akidelerinin aslı yerin ve
göğün yaratıcısı, güzel isimleriyle, yüce sıfatlarıyla, üstün buyruklarıyla,
mahlûkat üzerindeki kudretiyle, yaşatması,
öldürmesi ve tekrar diriltmesiyle temeyyüz eden Allah Teâlâ'yı tevhid (birleme)
akidesiyle uyuşmamaktadır. Çünkü onların Allah Teâlâ ile
ilgili
bütün bu
hususlara ilişkin inançları farklıdır. Dolayısıyla her konuda bizden
ayrılmaktadırlar.
Bir nokta daha var: eğer
diyalog, diğer dinlerle bir arada yaşamaksa biz buna açığız. Biz zaten başından
beri diğer din mensuplarıyla birlikte yaşamaya çağırıyoruz. Onları dinleriyle
baş başa bırakıyoruz. Nitekim onları dinleri üzerine bırakmakla, dinlerine
karışmamakla emrolunduk. Biz çatışmacı değiliz. Terörü üretenler, İslam ve
Müslüman düşmanlığını besleyenler onlardır. Sürekli olarak İslâm'a ve
Müslümanlara saldırmanın yollarını arıyorlar. Dolayısıyla bu şartlardaki diyalog
doğru değildir. Eğer bu hususta samimi ve iyi niyetli iseler bilmeleri gerekir
ki biz başından beri insanlığı erdeme, barışa, ahlâka, değerlere, birlikte
yaşamaya, evrensel medeniyete, diğer halk ve milletlere karşı açık olmaya
çağırmaktayız. Öyle gözüküyor ki bu projenin organizatörleri diyaloğun
hedeflerini belirtirken, "biz dinimizi muhafaza edeceğiz. Samimi, olumlu, bütün
tarafların eşit olduğu, dinler ve medeniyetler arasındaki farklılıklara saygılı
bir diyaloğun getirilerine karşı olmamız doğru olmaz" diyorlar. Ancak
zannedildiği gibi din tekdüze bir şey olmayıp Kur’ân-Kerim'le çatışan mevcut
Tevrat ve İncil'den bütünüyle farklıdır. Eğer söyledikleri gibi bir durum
sözkonusuysa şunu sormak gerekiyor: Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. Peygamber
(sallallâhu aleyhi ve Sellem)i kabul ediyorlar mı? Hz. Muhammed'in son peygamber
olduğuna inanıyorlar mı? Hayır! Öyleyse bunun neresi diyalogdur? Dolayısıyla
yürütülmekte olan diyalog inandırıcı değildir. Çünkü diyaloğun bir şartı da
tarafların birbirini tanımasıdır. Bir diyalog toplantısında Kıptîlerin papasına,
"Gelin makul bir noktada buluşalım –devletlerin birbirini tanımasıyla ilgili
diplomatik protokollerde olduğu gibi- siz bizi tanıyın, biz de siz tanıyalım.
Bunu yaparsak aramızdaki tartışmalar son bulur ve sorunu çözmüş oluruz"
dediğimde diyalog konusundaki samimiyetsizliğinin ifadesi olarak soruya cevap
vermedir. Çünkü o bizi tanımıyor ve kabul etmiyor.
Danimarka'dan Suriye'ye bir
misyoner grup gelmişti. İçlerinden birinin yüksek bir dinî lider olduğu
söylendi. Ona, "Müslüman olur musun?" dediğimde "ben müslümanım zaten" dedi.
"Müslümansan hristiyanlıktan çıktın demektir" dedim. Yani bunlar gerçekte bizi
çelişkiler yumağı olan bir şeye çağırıyorlar… Hiçbir dinin esaslarında saygılı
değiller.
Hamdi Arslan Hoca:
Hristiyanların hepsi aynı mı? Mesela Ortodoksluk, Katoliklik ve Protestanlık
gibi mezhepler var.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Aralarında
ihtilaflar olmakla birlikte sonuçta hepsi Mesih'i tanrılaştırmaktadır. Bu
gerçeği iyi bilmeliyiz. Biz bir ve tek olan Allah'ı kabul ederken onlar bir
beşeri, tanrılaştırmaktadır. Önce gelin bu sorunu çözelim. Hz. İsa'nın ilah
olması mümkün müdür?! İlahlığın gereği olarak şunu da sormak lazım: Yeryüzünü ve
gökleri yaratan kimdir? İddia ettikleri gibi Allah Teâlâ'nın, yetkilerini Hz.
İsa'ya devretmiş olması mümkün müdür? Bir Marksist bir hristiyana sormuş:
"Evrenin İsa'nın ürünü olduğunu mu söylüyorsun?" "öyleyse" demiş "ben kesinlikle
eminim ki İsa böyle bir şeye kadir değildir". Yani "Hz. İsa'da ilahlık
kıstasları yoktur" demek istemiş. Netice olarak hakk olan biziz. Ancak bu, diğer
din mensuplarıyla çatışacağız anlamına gelmemektedir. Aksine onların dinlerine
karışmayız. Cehennem onlar için yaratılmıştır.
Ömer Faruk Tokat: Buradan
hareketle Yahudi ve Hristiyanların cehenneme girmeyeceğini, girselerde ebedî
olarak cehennemde kalmayacaklarını öne sürenler var.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Kur’ân-ı
Kerim'de de ifade edildiği üzere "İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna,
bize ateş dokunmayacaktır, dediler" (Bakara, 80). "Biz Allah'ın
seçtiği bir milletiz" dediler. Kur’ân-ı Kerim onların bütün bu iddialarını şöyle
yalanlamaktadır: " De ki: Ey yahudiler! Bütün
insanlar değil de, yalnız, kendinizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia
ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü temenni edin (de hemen O'na
kavuşun)!"
(Cuma, 6).
Ömer Faruk Tokat: Hocam ben
Yahudi ve Hristiyanlardan öte bazı Müslüman akademisyenlerin böyle düşündüğünü
söylemiştim.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Bir
Müslüman Yahudi ve Hristiyanların cehenneme girmeyeceğini söylerse gayr-i Müslim
olur.
Hamdi Arslan Hoca: Bu
yaklaşımın sonucunda "dinler bahçesi" gibi üç dini aynileştirmeyi hedefleyen
mekanlar oluşturmaya çağırıyorlar.
Vehbe Zuhaylî Hoca: Sînâ'da Üç din mensuplarının
ibadet edeceği bir kompleks oluşturmayı Enver Sedat'a da
önermişlerdi.
Muhammed Emin Saraç
Hoca:
Bizde, Urfa'da üç mabet, cami, kilise ve havradan oluşan bir kompleks açıldı.
Diyanetten sorumlu devlet bakanı ve din adamlarının katılımıyla açılışı yapıldı.
Hamdi Arslan Hoca:
Ülkemizdeki
bir cemaat lideri Vatikan'a bir mektup göndererek Papa'yı Urfa'daki bu "dinler
bahçesi"nin açılışına davet etti.
Muhammed Emin Saraç
Hoca: Bu
zat, bizi üzüyor. Gerçekten çok inciniyoruz.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Öyleyse o
kişi, zıtları birleştirmeye çalışıyor. Bu yanlıştır. Zıtların birleşmesi mümkün
değildir. Bütün tezatları bir şişenin içinde toplamak mümkün müdür? Yani
yanlış bir yönelim.
Ömer Faruk Tokat:
İbn
Teymiye'nin cehennemin ebedi olmadığına dair görüşüne de yaslanarak Yahudi ve
Hristiyannların cehennemde ebedi olarak kalmayacaklarını söylüyorlar.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Bunlar,
"orada ebedi olarak kalacaklardır" gibi Kur’ân naslarıyla çelişen
şaz görüşlerdir.
Ömer Faruk Tokat:
İbn Teymiye
böyle bir şeyi gerçekten kastetmiş olabilir mi?
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Cehennemin
ebedi olmadığını söyleyen İbn Teymiye değildir. Bu görüş İbn Arabî ve
İbnü'l-Kayyim el-Cevzî'ye aittir. Son olarak Yusud el-Karadâvî de bunların
yolunu tutmuştur.
Muhammed Emin
Saraç: Şeyh
Karadâvî de mi?!! Sübhânellah! Yani o da mı inhirafa düştü. "Akıllı insan da
sıkıntıya düşebilir" başlıklı bir makale okumuştum. O zaman Mısır'da talebeydim.
Bazı kimseler el-‘Adâletü'l-İctimâ‘iyye adlı kitabında Hz. Osman b. Affân
(r. a.)'ı eleştirdiği için merhum Seyyid Kutub'u tenkit ediyordu. Bu tenkit
makâlelerinden birinin başlığı böyleydi: "Akıllı insan da sıkıntıya düşebilir".
Yusuf el-Karadâvî gerçekten böyle bir şey söyledi mi?!
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Evet Cezîre
televizyonunda söyledi.
Muhammed Emin Saraç:
Mustafa
Sabri Efendi Mısır'a hicret etmeden önce buraya bu konuda bir kitabı olan, Tatar
bir zat gelmişti. Adı Musa Carullah Bigiyef. Şeyh Mustafa Sabri Efendi Yeni
İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i Harbiyyesi adında meşhur Bigiyef reddiyesini
kaleme almıştı. Bu reddiye bu konuda önemli bir çalışmadır.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Bu çalışma
Mevkıfü'l-İlmi ve'l-Akli ve'l-Âlimi min Rabbi'l-Âlemîn'in içinde var
mı?
Muhammed Emin
Saraç:
Hayır. Mevkif'i âhir ömründe, Mısır'da yazdı. Bu çalışmayı ise Mısır'a
hicretinden önce İstanbul'da kaleme aldı.
Hamdi Arsalan Hoca:
Modernistlerin içinde
Müslüman bir kadının ehl-i kitap bir erkekle evlenmesinin câiz olduğunu
söyleyenler var.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Son olarak
bunu Hasan Türâbî de söyledi. Müslüman bir kadının Yahudi ve Hristiyan bir
erkekle evlenebileceğini iddia ediyor. Ayrıca kadının şahitliğinin erkeğin
şahitliğine eş olduğunu ve kadının bütün bedenini örtmesi yerine göğüslerini
örtmesinin yeterli olduğunu söylüyor.
Râbitatü'l-Âlemi'l-İslâmî'ye
bağlı olan fıkıh konseyinin bir üyesi olmam hasebiyle dün Mekke-i
Mükerreme'deydim. Müftü, Türâbî'ye ciddi bir reddiye sundu. Türâbî'nin görüşlerini
geçersizleştiren nassları zikretti. Öyle gözüküyor ki bu adam usûlünün ve
akidesinin dışına çıkmış ve bir inhiraf hali yaşamakta. Velhâsıl bunların hepsi
sapkın görüşlerdir.
Muhammed Emin
Saraç: Çok
üzülerek söylüyorum. Yaklaşık altmış sene önce arkadaşım olan birisi var. İsmi
Yusuf Hüseyin Atay. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde hoca. Talebelik
yıllarında çok çalışkan ve gayretli biriydi. Ancak Muhammed et-Tâc et-Tancî'nin
işrafı altında doktora çalışması yaptıktan sonra çok değişti. Kur’ân-ı
Kerim'in Işığında İslam Akidesi kitabında kadere imanı inkar ediyor ve
akideden kaderi çıkarmakla iftihar ediyor. Bu zatın akide, fıkıh ve diğer dinî
ilimlerde sapkın görüşleri var. Anlattığına göre Amerika'ya
gittiğinde bekârlığın zorluğunu yaşamış. Orada Müslümanlardan kimseyi bulamadığı
için kızlarını hristiyanlarla evlendiren bazı Türklerle karşılaşmış. Bekârlığın
da nasıl bir şey olduğunu yaşadığı için bu durumu tecviz etmiş. Türkiye'ye dönüp
Hocası Muhammed Tâncî'ye meseleyi aktarınca Tancî, Atay'ın bu fetvasını tasdik
etmiş.
Talha Hakan Alp:
Yusuf
el-Karadâvî, hükümlerin yüzde doksan üçünün müteğayyirâttan (değişebilir
ahkâmdan) olduğunu söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Bu batıl
bir sözdür. Çünkü fıkhın iki merkezî alanı vardır. Birincisi bu şeriattaki
sâbiteler (değişmez esaslar)dır. Ne Karadâvî ne de başkası bunu inkâr edemez.
Müteğayyirâtın oranı ise yüzde on ila yüzde yirmi arasında değişir ki bunlar
kıyasa ve maslahata dayalı ve zaman ve mekânın değişmesiyle değişebilir
hükümlerdir. Yani oluşmasında maslahatların, örfün ve kıyasın gereklerinin
etkili ve belirleyici olduğu fıkhî hükümlerden sözediyoruz. Bunların değişebilir
olduğunu inkâr etmiyoruz. Nitekim önceki âlimler de "ezmânın değişmesiyle ahkâm
değişebilir" diyerek bunların yani maslahata, kıyasa ve örfe dayanan ahkâmın
değişebilirliğini kabul etmiştir. Sâbiteleri kastetmiyoruz. Güçleri yetiyorsa
Kur’ân ve Sünnet'te âlimlerin icma ettiği temel ahkâmı değiştirebileceklerini
söylesinler. Temel ahkâmı islâm'dan çıkaramazlar. Bunlar İslâm'ın, üzerine
kurulduğu asıllardır. Çünkü fıkıh, Kur’ân ve Sünnet'ten istinbat edilmiştir.
Kur’ân ve Sünnet'le belirlenen ahkâmın büyük bir bölümü sâbiteler alanındandır.
Zannî hüküm olsa bile bu böyledir. Çünkü zanla, zann-ı gâlib ile amel etmek
vâciptir. Zanla amel etmeyi inkar etmek demek sünnetle ameli inkar etmek
demektir ki bu şekilde sâbit olan ahkâmın oranı yüzde doksan beştir. Bunu
reddetmek şeriatı, sünnet-i nebevîden soyutlamak olur.
Halil İbrahim Kutlay Hoca:
İsa (a.
s.)'ın nüzûlü konusundaki görüşünüz nedir?
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Bu,
mütevâtir hadislerle sâbit bir konudur. Şeyh Abdülfettâh Ebû Gudde (rh. a.) bu
konuda bir kitap yazarak, âhir zamanda Hz. Mesih (a.s)'ın nüzûlünün mütevatir
rivayetlerle sâbit olduğunu ispat etmiştir. Bu, bizim akidemizin
esaslarındandır. Konuyla ilgili birçok hadis vardır ve bunlar manevi mütevâtir
derecesine ulaşmıştır.
Halil İbrahim Kutlay
Hoca: Hz.
İsa'nın nüzûlünü inkar edenin hükmü nedir?
Vehbe Zuhaylî Hoca:
İnkarının
sorumluluğuna katlanır.
Muhammed Emin
Saraç: Elli
seneye varan bir tanışıklığımız var. Sizi tanıdığımdan beri kafanızdan sarığı
hiç çıkarmadınız. Sudan ve Afgan halkı dışında nerdeyse sarık takan millet
kalmadı. Resimlerini gördüyseniz, Osmanlı sultanları da Sultan Mahmud'a kadar
hep sarıklıdır. Sultan Mahmud'dan itibaren sultanlar sarığı çıkararak fes
giymeye başladı.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Belki
Allah'ın bir cezası olarak bu sebeple Osmanlı devleti yıkıldı.
Muhammed Emin Saraç:
Sarık âdeta
İslâm'ın ve Müslümanların izzet sembolüdür.
Vehbe Zuhaylî Hoca:
Hadisler
sarığı vâcip kılmamıştır. Ancak usûl-i fıkıh âlimleri, Hz. Peygamber (sallallâhu
aleyhi ve sellem)e diğer âdet, uygulama ve hallerinde olduğu gibi, ittiba
niyetiyle giyildiğinde giyen kişinin sevap alacağını belirtmiş ve bunu
kitaplarına yazmışlardır.
Hz. Peygamber (sallallâhu
aleyhi ve sellem) sarıksız namaz kılmamıştır. Biz sarık takarak Hz. Peygamber'a
ittibâyı hedefliyoruz. Yoksa sarığın vacip olduğunu söylemiyoruz
|