Kendimizi bildik
bileli işittiğimiz bir terâne bu. Son günlerde yine gündeme getirildi. Her şey
yaşlı ve afili bir gazete köşe yazarının Osmanlı hanedanının en yaşlı âzâsından
naklettiği bir sözle başladı. Buna göre Sultan Hamid rom içermiş. Gazete yazarı,
“Dedesini defalarca görmüş olan torunundan daha mı iyi bileceğiz?” diye de
soruyor. Gel gör ki bunu söylediği iddia edilen Şehzâde Ertuğrul Efendi 1912
doğumludur. Sultan Hamid 1918 yılında vefat etti. Ertuğrul Efendi’yle biz de
görüştük. Kendisinden bizzat işittiğimize göre, dedesi Sultan Abdülhamid’i
ömründe bir defa, mahbus bulunduğu Beylerbeyi Sarayı’nda görmüş. O zamanlar beş
yaşında imiş. Babası Şehzâde Burhaneddin Efendi ile beraber ziyaret etmişler.
Dedeleri kendilerini kucağına alıp sevmiş. Ömründe bir defa o da beş yaşında
iken gördüğü dedesinin rom içtiğini Ertuğrul Efendi bilir mi? Belki başkasından
işitmiştir. Ama Sultan Abdülhamid’i çok daha yakından tanıyan ve onu defalarca
görmüş olan yakın çevresinden böyle bir şey işitilmiş
değil.
İş burada bitecek
iken, popüler bir gazetenin nevzuhur tarihçisi, Osmanlı padişahlarından
hangisinin içki içtiğine dair bir yazı yazdı. Buradaki bilgiler onsekizinci
asırda yaşamış bir şair-tarihçiden naklediliyordu. Osmanzâde Tâib, karışık
hayatı sebebiyle müderrislikten atılmış; kulağı delik ve muhiti geniş bir
müellifti. Sağdan soldan işittiklerini kitaplarına dercetmesiyle tanınır. Hele
bu meselede Osmanzâde Tâib’in başlıca kaynağı olan Gelibolulu Âli’nin abartılı
ifadeleri, ilmî çevrelerde çok ihtiyatla karşılanmıştır. Meselâ Şemsi Paşa’ya
olan antipatisi, onu Sultan Murad’a rüşvet vermiş göstermeye kadar varmıştı.
Osmanzâde’nin ikinci kaynağı ise dokuzuncu asırda yaşamış ve Mutezile mezhebine
mensubiyetiyle tanınan Arap şairi Câhiz. Bu da başka bir âlem. O zaman mahkemeye
gitse, şâhidliği kabul edilmeyecek birisinin sözünü, şimdi biz kabul mu
edelim?
Gelelim Osmanlı
padişahlarının içki içip içmediği meselesine…
Bunu bilmek
neredeyse imkânsız. Çünki Osmanlı padişahları, aileleri dâhil, hiç kimseyle
beraber yemek yemezlerdi. Hatta buna dair Fatih kanunnamesinde hüküm bile
vardır. Sultan Abdülhamid’in son senesine kadar da bu gelenek devam etti.
Öyleyse padişahları içki içerken kimsenin görmesi mümkün değildir. Maamafih
içmiş olabilirler. Peygamberler dışında hiç kimse masum sayılmaz. Herkes hata
yapabilir, günah işleyebilir. Ama iyice bilmeden bir kimse hakkında hüküm de
verilemez. Hele tarihçilerin sözüyle aslâ. Tarihçilerden bazıları belli
kimselere yaranmak için tarihî hâdiseleri bile tahrif etmekten çekinmemişlerdir.
Böylesine mahrem bir mevzuda, üstelik asırlar geçtikten sonra ne
söyleyebilirler? Hele modern yazarların padişahların ağızlarına sayaç takmış
edâsıyla konuşmalarına ne demeli! Maamafih ciddî Osmanlı tarihçileri, zaten
böyle bir şey söylemiyorlar.
O halde bazı
padişahların içki içtiğine dair rivayetler nereden çıkıyor? Bunlara itibar etmek mümkün mü? Asırlar
öncesine ait hadiseleri bugün olmuş ve bizzat görmüşcesine anlatmak olacak iş
mi? Halbuki İslâmiyet, kim olduğu bilinmeyen, hatta fâsık birisi bir haber
getirirse, buna hemen inanmamayı emrediyor. Bir müslümanın gizli işlediği günahı
bile gelip başkasına anlatan kimse fâsıktır. Sözüne inanılmaz, güvenilmez.
Benzeri
iddialar önceki müslüman hükümdarlar için de ortaya atılmıştır. Meselâ bazı
Emevî ve Abbasî halifeleri için söylenmedik söz bırakılmamıştır. Halbuki
bunların hepsi iman ve ahlâk sahibi âdil insanlardı. Evet, içlerinde tek tük
nefislerine mağlup olup sefih bir hayat yaşayanlar çıkmıştır. Fakat, bunların da
İslâmiyete zararları olmamış, nihayet nefislerine zulmetmişlerdir. Buna da
etraflarındaki devlet ricâli sebebiyet vermişti. Sonra gelen bazı tarihçiler,
zamanlarındaki idarecilere yaranmak için bunların hatâlarını şişirmiş: hatta bu uğurda hadîs bile
uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu
bakımından bu tarihlerden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış
olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır. Nevzuhur
tarihçimizin kaynağı, Ömer Bin Hattab’ın içki içtiği için
cezâ alanlardan birisi olduğunu yazıyor. Şarap haram edilmeden önce Hazret-i
Ömer içki içmiş olabilir. Ama haram kılındıktan sonra içki içtiği, hele cezâ
aldığı hiçbir yerde geçmez. İslâmiyetin peygamberlerden sonra en üstün tuttuğu
ikinci zât için böyle bir iddiaya lâ havleden başka ne denir!
Bugün çok sıradan
insanlar, içkiyi haram bilip içmezken, hayatlarını İslâmiyeti yaymak uğrunda
sarfetmiş, ülkeyi hayır eserleriyle donatmış, dindarlıklarıyla menkibe
kitaplarına geçmiş ve aynı zamanda müslümanların halîfesi olan Osmanlı
padişahlarının içki içecek kadar zayıf iradeli olduğuna inanalım mı? Zaten bunu
yazanlar da bazı padişahların sonradan tövbe edip içkiyi bıraktığını söylüyor.
Hatâsını anlayıp dönmek de bir fazilettir.
İçki içen ilk
padişah yaftası yapıştırılan Yıldırım Sultan Bayezid, Bursa’da Ulu Cami’yi ve
kendi adıyla anılan câmiyi binâ etmiştir. Bizans İmparatoruna, İstanbul’da bir
müslüman mahallesi kurulup, câmi yapılarak kâdı tayinini kabul ettirmişti.
Meşhur mutasavvıf Emir Sultan ile sohbet etmiş, hatta O’na kızını vermişti. Sırp
kralının kızıyla evlendi diye Yıldırım Sultan Bayezid’e kızıp, kendisini bu
kızın içkiye alıştırdığını söyleyenlere ne diyelim? Padişahı içki içerken kim
görmüş, belli değildir. Yaptığı siyasî bir evlilikti. Belki bir araya bile
gelmediler. Padişah, onun sözüyle içki içecek birisi miydi? Doğrusu çok söz
götürür.
Üstelik bu âdeti
anne tarafından Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin torunu olup soyu Hazret-i Peygamber,
Hazret-i Ebûbekr ve Hazret-i Ömer’e dek ulaşan Çelebi Sultan Mehmed, Sultan II.
Murad, hatta İstanbul’u fethetmekle Hazret-i Peygamber’in övgüsüne mazhar olan
Fatih Sultan Mehmed ve velî lakabıyla tanınan Sultan II. Bayezid de devam
ettirmiştir. Sekiz senelik saltanatını Ehl-i sünneti korumak için Safevîlerle
savaşmak ve müslümanların mukaddes beldesi Hicaz’ın fethiyle geçiren Yavuz
Sultan Selim ara sıra içer, ama hemen sarhoş olurmuş. Osmanlı ülkesini hayır
eserleriyle donatan ve adaletiyle tanınan Kanuni Sultan Süleyman önceleri
içermiş, sonra bırakmış. Eh, bu sözlere de pes demekten öte
geçilemez.
İslâm hukukunda gayrımüslimlerin içki
içmesi yasak olmadığı gibi, bunların içki alıp satması ve meyhane açması da
serbest idi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Müslümanların ekseriyette
bulundukları mahallelerde gayrımüslimlerin meyhane açması yasaklanmış; Sultan
II. Selim zamanında buna tekrar izin verilmişti. Nitekim gayrımüslimlerin
meyhanelerinden ve içki satışlarından vergi alındığı da gizli bir bilgi
değildir. İşin aslından habersiz bazıları, bunu padişahlardan ilkinin
dindarlığına, diğerinin de şaraba düşkünlüğüne bağlamışlar; hatta kendisine
Sarhoş Selim demişlerdir. Yangında yanıp tekrar yaptırdığı saray hamamını
gezerken tansiyonu düşüp kaymış ve beyin kanamasından vefat etmişti. Buna
rağmen, “Sarhoş halde hamamda kız
kovalarken öldüğü” bile söylenip yazılmıştır. Halvetî tarikatına bağlılığı ile
bilinen Sultan II. Selim’in dindarlığı Selimiye Camiini yaptırmasından bellidir.
Ayasofya camiini de esaslı tamir ettirmişti. Zaten nevzuhur tarihçimiz de
padişahın içki içtiği halde beş vakit namazını kıldığını; sonradan şeyhinin
telkiniyle içkiye tövbe ettiğini; hatta ölürken kendisine verilen ilacı; içinde
içki vardır diye reddettiğini de yazıyor.
Amansız içki ve tütün yasağıyla meşhur
Sultan IV. Murad da içki içmediği halde, mübtelâ olduğu gut hastalığının
ağrılarını hafifletebilmek için hekimbaşı tarafından verilen afyon hülâsalarını
(morfin) alırdı. Bu da kendisinde halsizlik ve uyuşukluk yapardı. Sendeleyerek
yürüdüğünü birkaç defa görenler padişahın içki içtiğine hükmetmekten
çekinmemiştir. Babası gibi Üskürdarlı Aziz Mahmud Hüdâî’ye bağlıydı. Selden
harab olmuş olan Kâbe-i Muazzama’nın bugünki binâsını yaptırmış; Karaköy Arab
Câmiini harab bir binâ iken şimdiki hâle
getirmiştir.
Nevzuhur tarihçiler, yaptıkları
istatistiklerle, Sultan II. Mahmud’un içkiye en düşkün padişah olduğuna karar
vermişler. Halbuki Osmanlı Devleti’ni mutlak felâketten kurtararak âdetâ yeniden
kuran bu padişahın da dindarlığına çok deliller vardır. İstanbul’daki bütün
Sahâbe-i kiram kabirlerini bulup yaptıran, öte yandan Tophâne’de zarif Nusretiye
Câmiini, Eminönü’nde Hidâyet Câmiini, Üsküdarda dliye Câmiini, Arnavudköy’de
Tevfikiye Câmiini inşâ ettiren O’dur. Vehhâbîleri işgal ettikleri Hicaz’dan
çıkararak Hazret-i Peygamber’in kabri üzerine yeşil kubbeyi yaptıran O’dur. Hele
Medine’deki Hücre-i Seadete hediye gönderdiği altın şamdan münasebetiyle yazdığı
ve “Şemdan eyledim ihdâya cür’et yâ resûlallah..” diye başlayan na’tta Hazret-i
Peygamber’e olan sevgisini çok içli ve edebî biçimde terennüm etmiştir. Ağır
verem hastası iken, Çamlıca’da kızkardeşinin köşkünde fenalaşmış, “Beni bir
câmiye kaldırın da, bari orada vefat edeyim” demiştir. Yeniçeri Ocağı’nı ve
bununla organik bağı sebebiyle Bektaşî tekkelerini kapattığı için malum dedeler
tarafından “Gavur Padişah” diye anılmış; yeni düzende yemleri kesilenler de bu
hakaret sözüne dört elle yapışmıştı. İçki içtiğini de muhtemelen yine bunlar
uydurmuştur.
Sultan Mahmud’un içki içtiği söylenen
oğlu Sultan Mecid ise Medine’de Mescid-i Nebevî’nin bugünki hâlini yaptırmış;
Kâbe-i Muazzamaya kâşî tuğla döşetmiş; Hırka-ı Şerif, Dolmabahçe, Ortaköy,
Teşvikiyye gibi zarif câmiler binâ ettirmişti. Hasta yatağında iken Medine
halkından gelen mektubu hürmeten ayağa kalkıp dinlediği meşhurdur. Üstelik Nakşî
meşâyihinden Yanyalı İsmet Efendi’ye bağlıydı. Türbesinin Sultan Selim câmii
avlusunda, ama Sultan Selim’inkinden daha alçak yapılmasını istemiş; Yanyalı
İsmet Efendi tekkesi müridlerinin her Cuma gecesi türbesinde hatm-i hâcegân
yapmasını vasıyet etmişti. Bu nâzik ve içli padişah, yine de iftiralardan
kendisini kurtaramamıştır. Hele zamane bir tarihçisinin gözüyle görmüş gibi
padişahın sarhoş olup hammallar tarafından küfeye konup saraya getirildiği
sözüne ne denir! Sultan Mecid, içki içseydi, bunu müptezel şekilde yapmayacak
kadar nâzik bir insan idi.
Yakışıklılığı,
nazik ve demokrat tavırları ile modern Avrupa monarşilerindeki hükümdarları
andıran Sultan V. Murad ise, amcası Sultan Abdülaziz’in feci ölümü üzerine ağır
bir depresyon geçirmiş; şuuruna halel geldiği için tahttan indirilmişti. Bu
halde bulunan bir insanın fiillerinden mesul tutulamayacağı âşikârdır. Kaldı ki
kendisinin içki içtiği rivayeti, sağlam kaynaklarda geçmez. Nevzuhur tarihçinin
de yazdığı gibi merhum Sultan Reşad içki içmezdi. Fakat keşke içki içseydi de,
iktidarı İttihatçılara bırakmasaydı. Koca imparatorluk sayelerinde
yıkıldı.
Hele, Üsküdar Yeni
Câmiini ve şehrin iki yanında çok zarif iki çeşme inşâ ettiren, hattatlığıyla
meşhur Sultan III. Ahmed ile Nuruosmaniye câmii inşaatını başlatan,
Rumelihisarı, Kandilli, Yeraltı, Beşiktaş Arab İskelesi, Üsküdar Mahmudiye,
Defterdarkapısı, Tulumbacılar Odası, Yalıköşkü câmi ve mescidlerini yaptıran
Sultan I. Mahmud’un içki içtiğine dair hiç delil yoktur. Gelin görün ki yazar,
Sultan Ahmed’in hangi balkonda hangi
yastığa dayanarak kiminle rakı içtiğini, gözüyle görmüşcesine anlatıyor.
Günlük hayatı
neredeyse saniyesi saniyesine malum bulunan Sultan Hamid’in içki, hatta rom
içtiği bilinmiyor. Ama dinî hassasiyetinde hemen herkes müttefik. Zevcesi Behice
Kadınefendi, padişahın helâdan çıkıp banyoya gidene kadar abdestsiz yere
basmamak için teyemmüm edecek derecede dindar olduğunu söylemiştir.
İttihatçılar, II. Meşrutiyet’i müteakip, Sultan Hamid’i halkın gözünden düşürmek
için neler söylemediler.. Abdullah Cevdet, “Sultan Hamid hakkında yüz yalan
uydurdum. Bazısına kendim de inandım” demekten kendisini alamamıştır.
Nevzuhur
tarihçinin kaynağına göre,
"Fatih Sultan
Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada
ıyş ü nûş ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı ışret
sırasında katletmişti". Yazar ıyş ü nûş kelimesini içki âlemi; ışret kelimesini
de içki diye tercüme etmiş. Sultan IV. Murad’ın şeyhülislâmı
Zekeriyazâde
Yahya Efendi’nin "Mescidde riyâmişler etsin ko
riyayı/Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai" beytini yazarak
“Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?” diyor. Divan edebiyatından ve
tasavvuftan biraz anlayan, bunu değerlendirmekte zorluk çekmez. Şair ve tarihçilerin
kullandığı ıyş ve ışret, sâki ve bâde gibi kelimeleri şahid gösterip de bu hükmü
vermek tamamen hatalıdır. Divan şiirinde meyhane tekkeyi; sâki sevgiliyi ve
şeyhi; bâde ve şarap ise ilahî aşkı sembolize eder.
Iyş, yaşamak;
ışret, eğlence ve cümbüş demektir. İkisi de arapçadır. Eğlenmek illâ içki
içmekle mi olur? Eşi dostuyla dinin izin verdiği şekilde eğlenmek yasak değil
ki. Buna da ıyş ü ışret deniyor. Nûş, farsça içmek demek. Su için de kullanılır,
şerbet için de. Dôlu eski türkçede içine su karıştırılan su dışındaki içecekleri
anlatır. Ayrana da dôlu denirdi. Hatta Bursa’da askere ayran yapıp verdiği için
Dôlu baba diye bilinen bir evliyânın kabri vardır. Sâki yalnızca içki dolduran
değil, su veren kimse için de kullanılır. Zaten sâki, arapça sulayan demektir.
Arapçada da “şarap” şürb edilen, yani içilen şey demektir. Şerbet, çorba,
meşrubat, şurup gibi kelimeler hep aynı köktendir. Kur’an-ı kerimde içilmesi
yasak olan hamr’dır. Fermantasyona uğramış içki demektir. Biz bugün buna şarap
diyoruz. Ama eski metinlerde “şarap” içilecek her şey için kullanılır. Lisanını
ve kelimelerini bilmeden bir devir hakkında rastgele hüküm vermek ne kadar
hatalı!
Üstelik
İslamiyette üzüm ve hurmadan yapılan şarap ve bundan elde edilen alkol
kesinlikle haram olan bir içkidir. Bunun dışında bazı alkollü içkiler vardır ki
kimi âlimler bunların ilaç ve ihtiyaç için sarhoş etmeyecek mikdarını içmeye
cevaz vermiştir. Rom da bu kabildendir. O halde neyin ne için içildiğini
bilmeden ahkâm kesmemek lâzım.
Peki bu iddiaların maksadı ne olabilir?
Muhtemelen muhafazakâr çevrelere mesaj verilmek isteniyor. Nasıl bir mesaj? İki
ihtimal var: Birincisi, “Sizin çok övdüğünüz Osmanlı padişahlarının hâline
bakın! İçki içerlermiş. Demek ki iyi insanlar değilmiş. Dolayısıyla temsil
ettikleri değerler de böyleymiş. Gerçeği öğrenin!”. İkinci ihtimal, “Bakın,
dindarlıkları herkesçe malum olan Osmanlı padişahları bile içki içmiş. O halde
siz de inad etmeyin, yolunda olduğunuzu söylediğiniz padişahlar gibi yapın!”
Görülüyor ki bunlar abesle iştigalden başka bir şey değil. Her şey biraz da
Osmanlı padişahlarını her istediğini yapabilen Avrupa krallarına benzetmekten
kaynaklanıyor. El-insaf!
Son devir ulemâsının büyüklerinden
Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleri derdi ki: “Osmanlı padişahları,
kendilerinden önceki hükümdarlar gibi değildir. Hepsi dindar
insanlar idi. Dini muhafaza etdiler. Dinin direği idiler. İçlerinde bir tane kötü yoktur. Ama aralarında
derece farkı vardır.” Sevdiği ve büyük bildiği atalarına hakaret edilmesi,
insanları incitmez mi? O halde müslümana düşen hüsnü zan etmektir. Kendilerini
savunacak durumda olmayan tarihî şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmak insana
yakışmaz. Hele dedikodu ve iftirâdan kaçınmak, sadece dinî değil, herkesin
uyması gereken ahlâkî bir vecibe olduğu unutulmamaldır.
|