20. Yüzyıl imparatorlukların dağıldığı bir asır olmuştur. Bu dönemde Osmanlı Devleti ile birlikte Avusturya Macaristan imp. Britanya imparatorluğu dağılmıştır. Yüzyılın sonunda bir imparatorluk olarak kabul edilebilecek Sovyetler birliği dağılmıştır. Büyük toprak parçalarını terk etmek ve küçülmek zorunda kalan Britanya imparatorluğu çekildiği ülkelerle, toplumlarla ortak paydalar, ekonomik birlikler, siyasi paktlar oluşturarak küçülmüştür. “Commun Wealt” denilen birlikte 50 kadar eski İngiliz sömürgesi ülke vardır ve İngilizlerin bu ülkelerle ilişkileri devam etmektedir. İngiltere, eski sömürgeleriyle Londra-İngiltere odaklı sağlam ağlar kurarak; sömüren-sömürge ilişkisini gevşek şekilde sürdürmektedir. Ayrıca Britanya imparatorluğu kraliyet ailesini ve İngiliz aristokrasisini korumuş, bunları bahse konu ülkelerin saygı duyduğu, ortak payda haline getirmesini bilmiştir. Bu gün İngiliz Kraliyeti 50 ülkede saygı ve kabul görür, merasimleri izlenir. Yani İngilizler imparatorluğu, dezavantajlarını asgariye indirerek, pek çok imkan ve avantajını koruyarak, kontrollü bir şekilde tasfiye etmişlerdir. 1990’larda dağılan Sovyet imparatorluğu dahi aynı yolu izlemiştir. Eski hâkimiyetindeki ülkeleri, siyasi-ekonomik bir birlik olarak BDT adı altında korumaktadır. Moskova eski Sovyet ülkelerinin yüzünü döndüğü, siyasi ekonomik kültürel işbirliği içinde olduğu en önemli başkenttir. Hala insanlar Rusya’ya, Moskova’ya gezmeye okumaya, ticarete giderler. Orta Asya ülkeleri sahip oldukları doğal kaynaklara, petrole, zenginliğe rağmen, önemli siyasi kararlarda Moskova’ya kulak verirler. Atacakları her adımda Moskova denklemini dikkate alırlar. Yani Osmanlı devleti dışındaki İmparatorluklar yumuşak ve kontrollü bir geçişle dağıtılmıştır. Vasi ülkelerin avantajları, baskın rolleri, kültürel, siyasi, ekonomik etkileri korunmuştur. Oysa Osmanlı devleti kolları uzuvları parçalanarak dağıtılmıştır. Bir daha bir araya gelemeyecek şekilde nizalar kavgalar, sınır anlaşmazlıkları içinde bırakılarak yıkılmıştır. Türkiye ile diğer devletlerarasındaki siyasi, ekonomik, kültürel tarihi, bütün bağlar vahşice parçalanmıştır. Her bir ülke bir pakta savrulmuş, başka güçlerin hâkimiyet alanına sokulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti eski bütün akrabalıkları, bağları, ilişkileri kopararak reddi mirasta bulunmuş; 1000 yılda oluşan bütün avantajları bir kalemde silip atmıştır. Dahası Türkiye ile Osmanlı bakiyesi devletler, toplumlar arasına anlaşmazlıklar husumetler sokulmuştur. “Devleti Aliye” geniş bir coğrafyaya uzun süre hükmeden, batıya doğru fetihler yapan, batılılara üstünlük kuran bir devlettir. Türkler Anadolu’ya gelene kadar, Anadolu batı medeniyetinin parçasıydı. Daha önce Güneydoğu Anadolu bölgesi İslamiyet’le tanışmış ise de, Anadolu’nun İslamlaşması Selçuklular dönemindedir. Önce Anadolu, sonra Balkanlar; ta Avrupa içlerine kadar İslamiyet Türkler vasıtasıyla girmiştir. Batıdaki Rönesans’ı tetikleyen olaylar arasında Endülüs medeniyeti ve İstanbul’un fethi önemli bir yer tutmaktadır. Endülüs, bilim ve sanatta batı medeniyetini etkisi altına almış; batının bu günkü bilimsel, felsefi gelişmesine zemin oluşturmuştur. Doğu Roma’nın düşmesi ve Osmanlının batıya doğru yürüyüşü Hıristiyan batının toparlanmasına ve siyasi birlikler kurmasına vesile olmuştur. Bu fetihler ve seferler, batılıların şuuraltında, bu gün de devam eden “Türk korkusu”nun yerleşmesine neden olmuştur. Kanuni’nin Manş Denizine kadar (geçici de olsa) bütün Avrupa’da at koşturması Türk korkusunun zirveye çıkmasına neden olmuştur. Dişlerimizin sökülmüşlüğüne, onlara benzeme çabasıyla telef olmamıza rağmen, batılılar hala “Türk korkusu”nu üzerlerinden atamamışlardır. Batı dünyasında oluşturulan ve sürekli beslenen Türk ve İslam düşmanlığı, zaman içinde nefrete dönüştürülmüştür. Batı güçlendikçe bu nefreti Türkleri Avrupa’dan, hatta Anadolu’dan atma hevesine dönüştürmüştür. Endülüs’ün 8 asır sonra, kurduğu yüksek medeniyete rağmen, Avrupa’dan atılması; Avrupa içlerine kadar yerleşmiş Türkler içinde benzer emellerin gelişmesine neden olmuştur. Rönesans’la bilim ve sanatta öne geçen, reformla kilisenin zincirlerinden kurtulan batılılarda, “Türkleri ve İslam’ı Avrupa’dan sürme” düşüncesi giderek güçlenen bir ideal haline gelmiştir. Osmanlının kurmuş olduğu medeniyet, mimari, birlikte yaşama anlayışı görmezden gelinerek, batılı nesillere “skolâstik” bir husumet aşılanmıştır. Osmanlı devleti coğrafi keşiflerden sonra dünyadaki gelişmelerin gerisine düşmüş, sanayi inkılâbıyla yarıştan tamamen kopmuştur. 17. yüzyıldan sonra, batı karşısında güçlü bir devlet değil, batıya muhtaç, onu taklit ederek ayakta durmaya çalışan bir “hasta adam”dır. Çöküş dönemi boyunca Osmanlının parçalanması ve yutulması hep gündemdeydi. Ancak büyük devletlerin rekabeti, paylaşımda anlaşamamaları, aç gözlülükleri bu “hasta adam”ın ömrünü uzatmıştır. Ne var ki batılılar Türkleri ve İslam’ı Avrupa’dan sürme arzusundan hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Birinci Dünya savaşına kadar Osmanlının kolu kanadı budanmış, pek çok toprağı işgal edilmişti. Savaş sonunda Almanya ile birlikte mağlup devletlerarasında yer alması, yüzyıllardır hayali kurulan “Türkleri Avrupa’dan sürme” projesine zemin oluşturmuştur. Birinci Dünya Savaşı’na kadar İttihat ve Terakki iktidarı balkanlardaki topraklarımızın önemli kısmını kaybetmeyi başarmıştı. Osmanlının son asrı, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar açısından katliamlar, sürgünler, savaşlar ve göçler asrıydı. Avrupa Türkleri-Müslümanları müthiş çileler çektiler, acılar yaşadılar. Avrupa’da, Balkanlarda yaşanan her mağlubiyet sonrası yüz binlerce, milyonlarca Müslüman-Türk son sığınak Anadolu’ya yığıldılar. Kafkaslardan, balkanlardan insanlar katar katar Anadolu’ya yöneldiler. Birinci Dünya Savaşı’nda bizimle birlikte mağluplar arasında sayılan Almanların, Avusturyalıların sadece sakalları kesilmişti. Ama bizim elimiz ayağımız budanmış, vücut bütünlüğümüzle oynanmıştı. Ruhumuza kezzap dökülmüş, kimlik ve karakterlerimizle değiştirilmeye çalışılmıştı. Kısacası, 1. Dünya Savaşı batılı hasımlarımıza, yüzyılların kinini, düşmanlığını kusma ve birikmiş intikamlarını alma fırsatını vermişti. Dört milyon kilometre karelik coğrafyadan Anadolu yarımadasına hapsedildik. Avrupa’daki Türk-İslam varlığına, medeniyetine, eserlerine sistematik bir imha projesi uygulandı. Sadece insanlarımız değil, Avrupa’nın her yerine serptiğimiz çil çil kubbeler, medeniyetimizin alameti hanlar hamamlar, kervansaraylar şuurlu bir şekilde imha edildiler. Endülüs’te olduğu gibi, Türkler bir avuç Trakya toprağı hariç Avrupa’dan sürülmüştü. Anadolu’dan sürülme işi ise bir sonraki operasyona kalmıştı! Bu gün, bırakın 1. Dünya Savaşı’nı, 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir olan, milyonlarca vatandaşını kaybeden, şehirleri harabeye dönen ülkeler bile yeniden ayağa kalktılar. Peki, biz 2. Dünya Savaşı’nı yaşamadığımız halde neden hala yerlerde sürünmekteydik? Diğer mağlup devletlere bazı süreli rezervler konmuş iken; Osmanlı devletinin ruhunu ve bedenini ayakta tutan temel dinamikler yerle bir edildi. Beynimiz ve sinirlerimiz kontrol altına alındı. Hafızamıza format çekildi. Bizi biz yapan değerler hafızamızdan silindi. Bütün akrabalıklarımız tahrip edildi. Bir kimlik ve kişilik bunalımına itildik. Kendimiz olmaktan çıkarıldık. Yönümüz kendi değerlerimizi inkâr, tahkir bahasına batıya çevrildi. Ama batının sadece kirli yönü, yaşam tarzı dikte edildi bize. Kılık kıyafetini aldık, kültür değerlerini devşirdik; ama batının bilimsel mantığı, araştırma azmi bize intikal etmedi, ettirilmedi. Kurtuluş Savaşı’nı, Anadolu insanının son kükreyişini küçümsemek için demiyorum; ama sanki bir projenin, bir gizli anlaşmanın gereği olarak bu topraklar bize devredildi. Biz kurtuluş savaşında sadece Yunanlılarla savaştık. İngiltere, Fransa, İtalya gibi güçlü ülkeler savaşmadan çekildiler. Belki de bu milletin tükenmiş halinin bile neler yapabileceğini Çanakkale’de gördükleri için, savaşmak yerine anlaşarak çekilmeyi yeğlediler. Ama çekilirken bizim canımıza okuyarak, ruh yapımızı allak bullak ederek, sinirlerimizi birilerine teslim ederek, hafızamıza “ful format” çekerek ayrıldılar. Osmanlıyı yıkanlar, hasta adamın sadece bedenini parçalayıp paylaşmadılar, ruhunu da teslim aldılar. Tarihiyle, kültürüyle, diliyle, inançlarıyla arasına surlar ördüler. Türk milletinin ruhuyla bedenini birbirinden ayırarak, her birini ayrı bir dağın arkasına attılar. Bizi kendi içimize kapattılar. Enver Hoca’nın bir ara Arnavutları uyuttuğu gibi, bütün dünyanın; ama özellikle dün aynı bayrak altında beraber yaşadığımız kardeşlerimizin bize “en büyük düşman” olduğunu anlattılar. “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” dediler, ama dünyada yaşayan diğer Türklerle de irtibatımız kestiler. Onlarla ilgilenme kanallarını tıkadılar. Orta Asya Türklüğü bir tarafa, daha dün beraber olduğumuz Avrupa’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Irak’ta, Suriye’de yaşayan Türkleri de hiç hatırlamadık. Çektikleri zulümleri işkenceleri görmezden geldik. Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözünü, “dünyaya gözümüzü kapatmak” olarak algıladık. Köpeklerimize “Arap” adı verdik, “ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” diyerek Arapların yüzünü görmeye bile tahammülsüz hale getirildik. Arapların bizi nasıl arkadan vurduklarını nesilden nesile anlatarak duvarları pekiştirdik. Uzun sınırlara ve yüzlerce yıllık ortak geçmişe sahip olduğumuz Irak, Suriye gibi ülkelere hep sırtımızı döndük. Avrupalılar bu ülkelerle çatır çatır ticaret yaparken, bu ülkeleri sömürürken; biz, “bir şey bulaşır!” korkusuyla uzak durmaya çalıştık. Bu ülkelerde yaşayan milyonlarca Türk’ü, Çerkezi, Kürdü de Arap düşmanlığına feda ettik. Eski coğrafyalarımızla her türlü diyalogu kopardık, akrabalıkları unuttuk. Ortak bir medeniyetin çocukları olduğumuzu görmezden geldik. Hatta onlarla aynı değerleri ve medeniyeti paylaşıyor olmaktan utanç duyduk! Beyrut’a, Bağdat’a, Şam’a, Kahire’ye, İskenderiye’ye, Sana’ya Paris ve Londra üzerinden ulaşır olduk. Libya’yı, Cezayir’i ve diğer kuzey Afrika ülkelerini Fransa’nın, İtalya’nın veya İngilizlerin insafına terk ettik. Son yüzyılda hem kendi değerlerimizle, hem de kardeşlerimizle aramıza aşılmaz duvarlar inşa edildi ve biz bu duvarların suni olduğunu fark edemedik, uzun yıllar yıkılması gerektiğini düşünemedik. Osmanlıdan ayrılan ülkeler bir süre sömürge olarak kaldılar; sonra bağımsızlıklarını aldılar(?). Ama onlara da benzer operasyonlar yapılmıştı. Onların da hafızalarına format çekilmiş, Osmanlı “sömürgeci” olarak tanıtılmış, okullardaki ders programlarına kadar, her fırsat “bizi birbirimizden ayırmak için” kullanılmıştı. Dört asır Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı halde, kendi kültür ve değerlerini koruyan bu ülkeler, batı sömürgesinde yaşadıkları deformasyonu bırakıp; Osmanlıyı sömürgeci, işgalci olarak görmeye başlamışlardı. Bu ülkelerin hepsinin yüzü batıya döndürülmüş, eğitimlerini batıdan almaya başlamışlar, ticaretlerini bütünüyle batıyla yapar olmuşlardı. Bizim onlara karşı kodlandığımız gibi, onlar da bize karşı şartlandırılmışlardı. Gerek Ortadoğu’da, gerekse balkanlarda “Osmanlı düşmanlığı” bir “ulus devlet inşa aracı” haline getirildi. Dört-beş asır ortak ve problemsiz yaşadığımız, baskın bir hâkimiyete rağmen varlıklarına, dinlerine, dillerine müdahale etmediğimiz milletler bize düşman edildi. Bu gün hala, Balkanlar ve Kafkaslar gibi, diller ve ırklar mozaiği olan daracık coğrafyalarda, Osmanlının onları koruyan hoşgörüsünü konuşmak yerine, bizim üzerimizden kimlik ve tarih bilinci oluşturulmaya çalışılmaktadırlar. Kimlik inşasında ihtiyaç duydukları “düşman”, “sömürgeci”, “işgalci” vs. olarak bizi sunmaktadırlar nesillerine. Yani Osmanlı sonrası Osmanlı bakiyesi ülkelerin her biri ayrı birer adacık haline getirilmiş, yüzlerce yıllık birliktelikleri, ortak değerleri, tarihleri silinerek yüzleri batıya çevrilmiştir. Bu gün ileri demokratik ülkelerde (İngiltere, Hollanda, Belçika vs) bile var olan ve eski sömürgelerle diyalogda yararlanılan, toplumsal bütünlüğü sağlama adına fonksiyonları olan “sembolik bir saltanat” veya “saltanatsız hilafet” bile bırakılmamıştır bize. Geçmişe ait ne varsa yerle bir edilmiştir. İslam dünyasının başı hükmünde olan Osmanlı devleti parçalandıktan sonra, bütün uzuvların birbiriyle koordinasyonu koparılmış, vücut bütünlüğü bozulmuş, organlar birbirine hasım hale getirilmiştir. Ardından tarihimizle, kültürümüzle, inanç dünyamızla, geçmişimizle, akrabalarımızla aramıza aşılması zor duvarlar örülmüştür. Son yıllarda bu duvarlar aşılmaya, milletimiz yeniden hafızasını kazanmaya, köklerine dönmeye, akrabalarıyla yakınlaşmaya başlamıştır. Yani yüz yıl önce yapılan büyünün etkisi kaybolmaya, (suni) duvarlar yıkılmaya başlamıştır. Bu durum tezgahlarını “düşmanlıklar” üzerine kurmuş içteki ve dıştaki kesimleri rahatsız etmektedir. Türkiye yeniden aktör olmaya, komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmeye, bağımsız politikalar uygulamaya, ticaretini artırmaya ve çeşitlendirmeye başlamıştır. Türkiye’nin hafızasını kazanmaya başlaması, geçmişini ve akrabalıklarını hatırlaması, asli kimliğine dönmesi sevindiricidir. Ancak dün bize operasyon yaparak hafıza kaybına, sinirlerin felce uğramasına neden olanlar; bu dirilişin olmaması için pek çok şeyi deneyecektir. Türkiye’nin açılımlarından Türkiye’deki derin sistemin dıştaki kurucuları, içerideki Trojenleri (Beyaz Türkler, Kripto Ecnebiler), taşeronları (Ergenekoncular) ve bazı kurumsal yapılar rahatsız olmaktadırlar. Bu kesimler koro halinde: “Türkiye’nin batıdan uzaklaştığını”, “Hamaslaştığını” vs. söyleyerek yaslandıkları, arkasına saklandıkları duvarları korumaya çalışmaktadırlar. Artık sınırlarımızın içinde ve dışında oluşturulan suni duvarlar yıkılmaktadır. Duvar ustaları (masonlar ve ağababaları) ve duvarlardan nemalananlar panikteler… |