ABD, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra sahne almaya başladı, 2. Dünya Savaşı ve sonrasında “Süper güç” olarak dünyanın dümenine oturdu. Türkiye’nin ABD ile yoğun temasları da bu döneme rastlar. 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin, ülkeleri “demokratikleştirme” ve “yandaş” haline getirme çalışmalarının ilgi alanına Türkiye de girmiştir. Sovyetlerin tehditlerinden bunalan Türkiye, 1946’dan sonra tek parti rejiminden, çok partili siyasi hayata geçerek, ABD hinterlandına dâhil olmuştur. NATO üyeliği sonrası ABD ile bağlarımız bütünüyle güçlenmiş, hatta irademizi aşkın bir hale gelmiştir. Ne var ki geçen süre içerisinde, ABD’ye olan aşkımız ve bağlılığımız hep tek taraflı ve karşılıksız devam etmiştir. Bizimkisi birazda, karşı tarafın pek kale almadığı platonik bir aşktı, tek taraflı bir teslim olmuşluk söz konusuydu. ABD bizimle “nitelikli bir beraberlik” sürdürmeyi değil, istediği zaman emir vermeyi, talimatlarına açık olmamızı istiyordu. Bu nedenle ABD ile ilişkilerimiz, hemen her zaman bu minval üzere cereyan etti. “Big Boss” Türkiye’nin dengeleri ile istediği gibi oynayabildi. Gladyo tarzı yapılarla sosyal karışıklıklar, iç çatışmalar çıkarabildi, sosyal mühendislik projelerini topluma; bazen açık, bazen örtülü yollarla dayatabildi. Siyasi parti liderlerinin, başbakanların kendi onayından geçmesine itina gösterdi ve bunlarda başarılı oldu. Demokratik yolların kifayet etmediği dönemlerde TSK içindeki çocuklarını harekete geçirerek ihtilaller yaptırdı, muhtıralar verdirdi; ama Türkiye’nin yönetiminin kendi inisiyatifinden çıkmasına asla müsaade etmedi. ABD güdümüne girmeden önce Türkiye bağımsız politikalar izleyebilmekte, kendi kararlarını kendisi alabilmekte miydi? Hayır. ABD Türkiye üzerindeki intifa hakkını, kendileri gibi Anglosakson olan İngilizlerden devralmıştı. İngiltere’nin küme düşmesi, patronluğu ABD’ye devretmesi sonrası Türkiye İngiliz himayesinden “stratejik müttefik” modunda ABD’nin kucağına teslim edildi. Anglosakson himaye ve etkisinde bulunma yönüyle aslında bir süreklilik söz konusuydu. Muhtemelen ABD bizim derin kodlarımızla ilgili birikim ve tecrübeleri de devralmıştı İngilizlerden. Anglosakson ortak paydasından dolayı ABD bize, kendi kurdukları “uydu bir devlet” olarak bakmaktaydı. Son zamanlara kadar ABD ile ilişkilerimiz tümüyle bu yörüngede cereyan etti, ABD bize hiçbir zaman “müstakil”, “kendi hedefleri ve politikaları olan bir devlet” olarak bakmadı. ABD’nin istediği yörüngeden sapmalar olduğunda, operasyonlarla, darbelerle, muhtıralarla bu “uydu”yu yörüngesine oturtmayı, istediği çizgiye çekmeyi bildi. Türkiye Menderes döneminde, demokratikleşme meselesini “Anglosaksonların kurduğu temel düzene dokunacak kadar” ileriye götürmüştü. Muhtemelen Menderes kendisine çizilen noktada durmayı başaramadı. Meydanları dolduran halk kitlelerinin gazına geldi. Batılı dostlarının(!) rağmına, sözü bu ülkede başkalarının kestiğini unutup; “yeter söz milletin!” dedi ve “büyük patron” tarafından Menderesin sözü ilelebet kesildi. ABD, sonrası için işi şansa bırakmadı ve Demokrat Parti geleneğini kendi bursuyla palazlanan, kendi taleplerini yerine getirme noktasında vatandaşı idare edebilecek kıvraklıkta birisini, Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak piyasaya sürdü. Menderes tecrübesinden sonra, bir de Özal tecrübesi yaşandı. Özal Amerikancı olarak bilinmesine ve ABD’yi çok iyi idare etmesine rağmen, asrın başlarında Türkiye’ye biçilen rolü zorlamakta; ülkedeki dengeleri millet lehine, aristokratik ve askeri elit aleyhine değiştirmekteydi. Güçlü bir kadroya dayanmayan bu açılımlar, Özal’ın karizmasının ve zekâsının ürünüydü. Özal’ın halledilmesiyle bu süreç de boşa çıkarıldı ve ülke yeniden ABD-İngiltere mihverinin raylarına oturtuldu. Arkadan gelenler Özal’ın bütün yaptıklarını kısa sürede yıktılar, 28 Şubat’la millet lehine elde edilen kazanımları geri aldılar. Ama gerek Menderesin açılımları, gerek Özal’ın açılımları milletin, vatandaşın gözünü açmış, döndürülen dolaplara vatandaşın ayıkmasını sağlamıştı. Ülkem insanı kontrol dışı gelişen, batı ve onların bürokratik-beyaz elitleri aleyhine sonuçlar doğuran bu dönemleri çok iyi değerlendirdi. Bu süreçlerin sonucu olarak Türkiye’de Kara Türklerden yeni bir orta sınıf doğdu. Anadolu insanı eğitim seviyesini yükseltti, ticareti, ihracatı öğrendi; dünyayı tanımaya, kıyaslamalar-karşılaştırmalar yapmaya başladı. Dün belli alanlara sokulmayan çarıklı ve poturluların çocukları her alan girmeye, her noktada etkin olmaya başladılar. Türk insanının bu açılımları, sistemlerini bürokratik bir elit üzerine bina etmiş ve bu azınlık üzerinden iş çeviren patronların pozisyonunu sıkıntıya soktu. Artık her dedikleri emir telakki edilmiyordu; zira vatandaş olayları sorguluyor ve hesap soruyordu. Seçimlerde, sandıkta siyasetçilerin karşısına yapılanları “fatura” olarak çıkarıyordu. Dün İngiltere’nin kurup mirasçısı ABD’ye devrettiği; kripto ecnebilere ve aristokratik azınlığa dayalı sistem, bu gün iflas etmiş durumdadır. Millet Amerika’ya söven, ulusalcı geçinen, ama göbeğinden ABD’ye bağlı olanların farkındadır. Yani kimin milli, kimin gayrı milli olduğu artık söylemlerine göre değil, eylemlerine göre belirlenmektedir. Türk insanı uyanmış, hak ve menfaatlerinin farkına varmıştır. Ülkenin başına %100 ABD’ye teslim bir eleman getirmeye muvaffak olsanız dahi, bu millet yapılanların hesabını soracak, milli menfaatlerinin takipçisi olacaktır. Boş sloganlara, söylemlere itibar etmeyecektir. Türkiye’de sosyal doku, entelektüel yapı, sermaye yapısı, demokratik bilinç değişmiş ve millet lehine gelişmiştir. Türkiye satın alınmış bir güruhla, sistemin içine yedirilmiş kripto piyonlarla idare edilebilecek, yönlendirilebilecek bir ülke olmaktan çıkmıştır artık. Bu temel ve sosyolojik bir değişimdir, AKP hükümeti ile filan ilgili değildir. Türk insanı ne ABD’nin, ne İngiltere’nin, nede başka bir ülkenin uydusu olmak istememektedir. Türk insanı tarihi zenginliğinin, genlerinde var olan asaletin, binlerce yıllık tecrübenin, birikimin farkındadır. Ne içeride, ne dışarıda provakatif çatışmalarla, yapay gerginliklerle, suni düşmanlıklarla oyalanmak istememektedir. Bu ülkenin başına naylon idareciler koymayı başarsanız bile, millet naylon bir ülke olmaya razı değildir. Son yıllarda Türkiye’nin ortaya koyduğu onurlu, vakur politikalar, hükümetlerden öte vatandaşın, kalabalıkların tavrını yansıtmaktadır. Bu nedenlerden dolayı eğer ABD Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek, stratejik bir müttefik olmak istiyorsa; Türkiye’yi bir halayık, kapıkulu olarak görmekten vazgeçmelidir. ABD ve batı Türkiye’nin stratejik, coğrafi öneminden, tarihi birikiminden, problem çözme kabiliyetinden yararlanmak istiyorsa; 2 asırdır ülkenin başına tebelleş ettikleri azınlıklarla, kripto ecnebilerle iş tutmaktan vazgeçip, Türk milletini ve onun gerçek temsilcilerini muhatap almalıdırlar. Dünya 21. yüzyılda büyük bir değişim ve dönüşüm yaşıyor. Global aktörler değişiyor, dünyanın mihveri batıdan Asya’ya, doğuya doğru kayıyor. Batı medeniyeti ekonomik, siyasal ve kültürel erozyonlar yaşıyor. Muhtemelen önümüzdeki 20–30 yıl içinde dünyanın dengelerinde, aktörlerinde ciddi değişiklikler olacak. Türkiye değişen, eksen kaymalarının yaşandığı 21. yüzyılın dünyasında önemli bir aktör olmaya adaydır. Devlet geleneğiyle, geniş bir coğrafyada var olan etkisiyle, tarihiyle, kültürüyle, medeniyet algısıyla Türkiye, dünyanın problemlerine çözüm önerileri sunabilecek nadir ülkelerden birisidir. Bush dönemindeki uygulamalarıyla duvara toslayan, iflasın eşiğine gelen, dünyaya ve özellikle Ortadoğu’ya yığınla problem açan ABD, umarım Obama yönetimiyle bazı gerçeklere uyanmıştır. Umarım Obama Türkiye ile “uydu devlet” ilişkisini sürdürmek için gönül alma niyetiyle gelmiyordur. Anti-amerikan söylemlerle konuşan ama hayatları boyunca ABD’nin kılıcını sallayan Ergenekoncular, Obama’nın gelişiyle kurtulma ümidi taşımaya başlamışlardır. ABD başkanının Ergenekon konusunda daha ileriye gidilmemesi ve içerideki “itibarlı” kimselerin salınması için devreye girmesini beklemektedirler. Umarım Obama, Amerikan yanlısı ihtilallerin altyapısını hazırlayan, “bizim çocuklar” dedikleri Ergenekoncular için tavassut etmeye gelmiyordur. Eğer ABD Türkiye’nin değerini, birikimini kavrayarak, “özde stratejik” bir işbirliği içine girerse, bu işbirliğinden çok kazançlı çıkabilir. Türkiye’nin tecrübesi ve tarihi birikimi ABD’nin, saplandığı Ortadoğu batağından çıkmasına yardımcı olabilir. Çok geniş bir coğrafyada pek çok dinden, dilden milleti huzur içinde yüzyıllarca idare etmiş Osmanlı yaklaşımı, çöküş yoluna girmiş ABD’nin ömrünü uzatabilir. Obama ve ABD yönetimi Türkiye’de kendilerine uydu bazı kurumlar, yandaş yapılar bulabilseler de, milletin ne ABD’ye, ne başka bir yabancı güce uydu olmak istemediğinin farkında olarak temaslarını sürdürmeliler. ABD bu coğrafyada bir şeyler yapmak istiyorsa Türkiye’ye karşı var olan klasik bakışını değiştirmeli! Yusuf GEZGİN , 03 Nisan 2009 Cuma
|