Dinlerarası
diyalog faaliyetlerinin “esastan” ve “usulden” yanlış olduğunu dile getiren
yazılar yazdıkça, Fethullah Gülen hocaefendinin sevenlerinden
–”cemaatinden” demiyorum; çünkü Hocaefendi’nin böyle bir tesmiyeyi kabul
etmediğini biliyorum–, “sen de mi?” ya da “ahirette görüşürüz” içerikli mesajlar
alıyorum.
Zaman darlığından ve
kişisel polemiğe girmeyi doğru bulmadığımdan bu mesajların hemen hiçbirine cevap
yazmıyorum. Gerek bu türlü mesajlar gönderen kardeşlerimin, gerekse genel olarak
bu köşenin okuyucularının bir şeyi bilmelerini istiyorum: Herhangi bir yazı
kaleme almak için bilgisayarın başına oturduğumda, ortaya çıkacak ürünün bir
hesabı olduğunu hiçbir zaman aklımdan çıkarmamaya azami gayret sarf ettiğimi
Rabbim biliyor.
Yazı hayatım boyunca
hiçbir zaman “cemaat/grup taassubu” ile hareket etmedim ve
inanmadıklarımı söylemedim. Niyazım, yaşadığım sürece her türlü fiil ve amelimde
sırat-ı müstakim üzere sabit-kadem kılınmaktır.
Evet, yanlışı
göstermek, doğruyu ortaya koymanın gereklerinden birisidir; ancak mevcudiyetini,
“başkalarının yanlışları” olarak tespit ettiği şeyler –bunlar gerçekten yanlış
olsa bile– üzerine kuran ve kendisini ancak böyle ifade eden kimse ve kesimlerde
tespit edilecek en önemli hususiyet, “kendisi olarak var olamama”
seviyesidir.
Bu mülahazalarla bir
kere daha belirtme ihtiyacı hissediyorum: Dinlerarası diyalog meselesinde
bu köşede okuduklarınızın –ne kadar oluyorsa o kadar– “hamiyet-i diniye”den
başka amili yoktur.
Bunu söylerken hüsn-i
niyet ve samimiyet isbatı için gayret göstermenin “boşa kürek sallamak” olduğunu
unutmuş değilim elbette. Ama bu imkânsızlık sadece benim için geçerli değil
ki!
Bununla birlikte,
açıkça ve tekraren belirtmekten başka yapabileceğim bir şey yok: Yazdıklarımın,
“bizi çekemeyenler saldırıya geçti” psikolojisiyle “planlı ve organizeli bir
cemaat saldırısı”nın ifadesi olarak algılanması en azından benim niyet ve
maksadımla örtüşen bir tespit değil.
Bugüne kadar herhangi
bir cemaatin kendi hizmet anlayışı doğrultusunda yapıp ettikleri üzerine kalem
oynatmadım. İslam’ın –moda tabiriyle– “kırmızı çizgiler”ine
tecavüz anlamı taşımadıkça, cemaatler arası ihtilafları, mutlak surette ortadan
kaldırılması gereken “tefrika unsurları” olarak görmüyorum. Yeter ki bu
ihtilaflar, cemaatler ve bireyler arasında bulunması “dinî bir zorunluluk” olan
uhuvvet ve ülfete kast eden “tarafgirlik taassubu”na zemin
hazırlamasın, geçit vermesin.
Dolayısıyla
dinlerarası diyalog faaliyetleri konusunda bugüne kadar yazdıklarım ve
bundan sonra yazacaklarım, başka değil, sadece bu faaliyetlerin, –benim
tespitime göre– işbu “kırmızı çizgiler”i tecavüz mahiyeti arz etmesindendir.
Şu halde,
yazdıklarımın ve yazacaklarımın, “cemaat taassubu”ndan kaynaklanan indî ve
karalamaya dönük “sataşmalar” olarak algılanması, bir “niyet tespiti” olmakla
haklılık ve geçerliliğini baştan yitirmektedir…
Meselenin bir başka
boyutu daha var: Dinlerarası diyalog faaliyetlerine eleştirel bakanların,
bu faaliyetleri yürütenlerce sık sık “diyalogdan korkmak”la ya da “düşmanlık
körüklemek”le suçlandığı görülüyor.
Bu suçlamalardan
ilkinin gerçeklik değeri, diyalog taraftarlarının, kendi din
kardeşleriyle “diyalog iklimi” oluşturma konusundaki isteksizlikleriyle test
edilmek durumunda.
İkincisi ise İslam
dünyasının maruz bulunduğu tecavüz ve tehditler tarafından fiilen geçersiz
kılınmış bulunuyor.
Aslına bakarsanız bu
durum bizzat diyalog faaliyetlerini yürütenler bakımından
cevaplandırılması gereken bir soruyu öne çıkartıyor: Müslümanlar’la
aralarında 15 asırlık bir sürtüşme bulunan Yahudi ve
Hıristiyanlar’a, her türlü dinî, tarihî, kültürel ve siyasal engeli ve
riski göğüsleyerek hoşgörü gösterenler, acaba neden “kardeşleri” ile
böyle bir ortam oluşturmayı akıllarından geçirmiyor? Aynı dinin, tarihin,
coğrafyanın ve kültürün çocuklarıyla barışmak, inancın ve tarihin keskin
hatlarla ayrıştırdığı kesimlerle bir fotoğraf karesinde buluşmaktan daha mı
zor?
Eğer, “Sizinle
aramızdaki ihtilaf Ehl-i Kitap’la aramızda olandan daha derin” türünden
bir savunma ile mukabele edilecek olursak derim ki:
“Rica ederim,
Hristiyanların Hz. Mesih’e “ilâh” demelerini, Yahudilerin Hz. Üzeyr’e “Allah’ın
oğlu” demelerini (…) ne ile ve nasıl izah edersiniz?”
(…)
“İncil gökten yeniden
inse ve bu orijinal nüshada Efendimizi müjdeleyen ayetler apaçık görülse de,
onlar, bu eski inatları yüzünden inkârlarında ısrar edeceklerdir…”
(Hocaefendi’nin “Fasıldan Fasıla”sından) |